Perşembe, Aralık 01, 2011

Peygamber dönemini, O'nun yanı başında hatırlamak...(Yeni Bahar dergisi,35"inci sayı)

Harem-i Şerif’teki ibadetler, Kâbe tavafı, Safa ile Merve arasında sa’y yaparken farklı hislerle coşan ruhlar, Peygamber’in mekanında ayrı bir huzur ve hüzün iklimine giriyor.



BÜŞRA ERDAL-MEDİNE

On dört yüzyıl öncesine ışınlanmışız sanki. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatının üzüntüsüne dayanamadığı için Şam’a giden Bilâl-i Habeşî, Medine’ye dönmüş. Şam’dayken bir gece rüyasında Efendimiz’i görmüş ve O’nun “Beni ziyaret etmeyecek misin yâ Bilâl?” demesi üzerine Medine yollarına düşmüş. Doğruca Resûlullah’ın kabr-i şerîfine gidip, Ravda-i Mutahhara’yı (Yeşil Kubbe Kabri Şerif) ziyaret ettikten sonra Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ısrarı üzerine bir gün sabah vaktinde ezan okumaya başlamış. Peygamber’in mescidinden Bilâl-i Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan ashâb-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın erkek, çoluk çocuk hep sokaklara dökülmüşler. Herkesin yönü Mescid-i Nebevî’ye doğru. Sanki Peygamber yaşıyor ve herkes O’na koşuyor. Duyulan ezan da bunun müjdesi gibi geliyor insanlara. Ama ne Peygamber hayatta ne de Bilâl-i Habeşî ezan okuyor.

Nebiler Nebisi’nin vefatı ve Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu son ezandaki hüzün on dört yüzyıl sonra bugün de sürüyor. Kâbe’yi geride bırakıp hüzünlü bir yolculuk ve ruh haliyle Medine’ye varan hacıların mescitteki günlerinin ilk vakit namazı başlıyor. Harem-i Şerif’teki ibadetler, Kâbe tavafı, Safa ile Merve arasında sa’y yaparken farklı hislerle coşan ruhlar, bu kez Peygamber’in mekânında huzur ve hüzün iklimine ulaşıyor. İtminan buluyor, dinleniyor. Çünkü küçük hicreti gerçekleştirmenin yolu, büyük hicreti anlamaktan geçiyor. Peygamberliğin on üçüncü yılında uğradıkları zulüm nedeniyle Allah’ın vize vermesiyle Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm Mekke Müslümanlarını hicrete davet eder. İnananlar, bir gece vakti evini, eşyasını, yurdunu bırakıp Medine yollarına düşer. Biz de o günkü yolculuğun bir benzerini hac ibadetinin bitişinin ardından bir sabah namazı sonrası yola düşerek yaptık. Yolda bir dinlenme yerinde öğle namazı molası, ağaçsız boş topraklar ve kayalıklar arasındaki bir yolculuğun ardından Medine-i Münevvere’ye varılıyor. Medine, başta Efendimiz olmak üzere sahabelerin ruhunda hayat bulan bir şehir. Peygamber’in hicret kararıyla Mekke’den yola çıkan muhacirlere kucak açan Medine, haccın yorgunluğunu taşıyan Müslümanlara da aynı muamelede bulunuyor.

Bir iddiaya göre Efendimiz, “Kim, bir tek namaz kaçırmaksızın benim mescidimde kırk vakit namaz kılarsa ona cehennem ateşinden uzak oluş ve azaptan kurtuluş yazılır. O, nifaktan uzak olur.” (Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, III, 155; Taberânî, el-Evsat, VI,210; No.5540) buyurmuş. Bunun için hacdan sonra 8 gün Medine’de kalanlar var. Diyanet bu konuda Müslümanları serbest bırakıyor ama bu rivayetin çok da sahih olmadığını ve namaz kılmak için bütün mescitlerin aynı niteliğe sahip olduğunu belirtiyor. Sadece namaz kılmak için Medine’de kalmak yerine insanların işlerinin başına dönmesi gerektiği tavsiyesinde bulunuyor. Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere nasıl Mekke’nin kalbi Kâbe ise Medine’ninki de Mescid-i Nebevi. Birisi Allah’ın evi, diğeri âlemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) sadık dostları Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kabirlerinin bulunduğu yer. Mescid-i Nebevi, artık Mekke’de yorulmuş ve günlük hayatın kurallarından uzaklaşmış bedenlerin tekrar normale dönme yeri.

Binlerce kadın 24 saat cemaat halinde

Mescid-i Nebevi’ye varıldığında artık Beytullah’tan farklı bir iklim karşılıyor hacıları. Kadın-erkek ayrımının minimum seviyeye indiği Harem-i Şerif’ten sonra Müslümanların tekrar günlük hayata adapte olma mekânı Mescit oluyor. Burada kadınlar ve erkekler için ayrılmış ibadet bölümleri var. Girişleri farklı olan bu bölümlerden kadınlar kısmına girildiğinde gerçekten büyük bir şaşkınlık yaşanıyor. Zira dünya üzerinde kadınların bu kadar büyük bir cemaat oluşturduğu mescit yoktur herhalde. Farklı ülkelerden pek çok renk ve ırkta kadın, yan yana saf tutuyor. Bazıları günün 24 saatini burada geçiriyor. Halbuki Türkiye’deki camilerde kadınlara ayrılan namaz yerleri çok küçük ve kısıtlı. Kadınların özellikle cuma, bayram ve cenaze namazlarına katılmalarının önünde hâlâ engeller var. Diyanet İşleri Başkanlığı daha yeni yeni birkaç büyük camide cuma namazları için kadınlara yer açmaya başladı. Ama Mescid-i Nebevi’deki binlerce kadını görünce Türkiye’de de bu sistemin devreye girmesinin, kadınların evlerde tek başına ibadet etmek yerine cami cemaati oluşturmasının sağlanmasının gerekli olduğu düşüncesi pekişiyor. Nitekim Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de İslâmiyet’i anlatırken kadınların ve çocukların mescitten uzaklaştırılmaması çağrısında bulunuyor. Bu çağrının bugünün Müslüman kadınları için de hayata geçirilmesi elzem.

Türkiye’de cuma namazı, cenaze namazı kılmayan ve bu nedenle de öğrenmeye gerek duymayan kadınlar, hacca gittiğinde orada hiçbir ayrım olmadığını görüyor. Ancak nasıl kılınacağını bilmediği için cuma ve cenaze namazlarında cemaate dahil olamıyordu. Diyanet’in son dönemde hac için görevlendirdiği kadın irşad görevlileri sayesinde hacı hanımlar da cemaate dahil olmaya başladı. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanı Dr. Ülfet Görgülü de bu durumu doğruluyor: “Eskiden Türkiye’de uygulaması pek olmadığı için cenaze namazı için çağrı yapıldığında bizim Türk hanımlar oturuyordu. Cuma, cenaze ve bayram namazlarına iştirak etmiyorlardı. Ama biz burada kadınlara bu namazları kılmaları gerektiğini ve nasıl kılacaklarını anlatıyoruz. Öğrendiler ve kılıyorlar.”

Görgülü’ye göre Türkiye’de kadınların camiye gelmesinde ‘hacı amca’ faktörü engel teşkil ediyor. Belirli yaş üzeri hacı amcalar, kadınların camide işinin olmadığını, evde ibadet etmeleri gerektiğini savunup bunu topluma benimsetmeye çalışıyor. Görgülü, gerek Harem-i Şerif’te olsun gerek Mescid-i Nebevi’de binlerce kadının yirmi dört saat ibadet ettiğine şahit olan Türk hacıların, nasıl olur da Türkiye’ye dönüklerinde bunu yadırgadıkları sorumuza ise şu cevabı veriyor: “Hacı amcalar, Türkiye’de kadınların camiye gelip cuma, bayram namazı kılmalarına tepkili. Halbuki Mekke’de, Harem-i Şerif’te bunlara şahit oluyor, ancak sanki bu Türkiye’de olmazmış gibi düşünüyorlar. Sadece Mekke’ye has bir durum olduğunu düşünüyorlar. Ancak şimdi büyük il ve ilçelerin belirli camilerinde kadınlar için yerler ayrıldı. Bu da Diyanet tarafından duyuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadınları camiye getirme projesi var. Zaten kadın vaizler de bu konuda haftanın belirli günlerinde ders, sohbet veriyor. Kadınların da bu konuda gayret etmesi lazım. Efendimiz de kendi döneminde kadınların ibadet mahallerinden uzaklaştırılmamasını istemiştir. Bu iyi anlatılmalı.”

Peygamberimiz’in Mescidi’nin en renkli bölümlerinden biri dünya kadınlarının renk renk saf tuttuğu kadın cemaati şüphesiz. Ama bunun yanında ikinci bir güzellik de bu cemaat içinde cıvıl cıvıl çocuk sesleri. Mescit’in bahçesinde koşturan, oyunlar oynayan çocukların sesleri vakitleri birbirine bağlayan zincirlerin halkası sanki. Özellikle sıcak mevsimlerde ikindi namazından gece yarısına kadar anneleri ibadet ederken onlar, Mescit’in bahçesini mesken tutuyor. Bu görüntü de namaz kılarken sırtına torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin çıktığında onlara şefkat duyan, onları incitmeden namazını bitiren Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemini hatırlatıyor. Sanki Efendimiz hâlâ hayatta ve torunları Hasan ve Hüseyin de Mescit’in bahçesinde oynuyor. b.erdal@zaman.com.tr

Cumartesi, Kasım 26, 2011

Haccın en güzel hediyesi;Umre... (17 Kasım 2011 tarihli Yeni Bahar dergisinde yayınlandı

Haccın en güzel
hediyesi: Umre



Kutsal topraklarda nefes alıp vermek, Efendimiz’in (sas) ayağının değdiği yerlerde namaz kılmak büyük bir lütuf. Bu mukaddes havayı soluyamayanlar için hurma, zemzem gibi hediyeler almak şüphesiz anlamlı. Ancak yüreği Kâbe aşkıyla yananlar için tavaf ve umre hediyesinin değeri bir başka.

BÜŞRA ERDAL-MEKKE

İslâm’ın beş şartından biri olan hac, namaz, oruç gibi Müslüman’ın şahsında müşahhaslaşan özel bir ibadet. İnananların, hayattayken sağlığı ve maddî durumu izin verdiği ölçüde bu ibadeti yerine getirmesi gerekiyor. Kutsal topraklara ayaklarını değdirip, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’le inşa ettiği Kâbe’nin etrafında pervane olması, bütün dünya işlerinden uzaklaşıp, Peygamber’in yürüdüğü topraklarda O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) izini sürmesi isteniyor. Kul bu sayede geçmiş bütün günahlarından arınıp, bir daha günah işlemeyeceğine söz vererek yeniden hayatına devam etme şansı yakalıyor.

Çünkü bu ibadet aynı zamanda, hediyeleşme sünnetinin en güzel araçlarından biri. Kutsal topraklara gidenler, muhakkak zemzem, hurma, tesbih, seccade gibi hediyelerle geri dönüyor. Yakınlarına, sevdiklerine kutsal toprakların kokusunu, havasını götürme amacının yanında haccını yerine getirmiş olmanın mutluluğunu birlikte yaşamak adına. Bu armağanlardan daha makbulü; Harem-i Şerif’te anne-babaya, evlatlara, sevilen ve kıymetli insanlara yapılan ismen dualar. Ancak en güzel hediye şüphesiz Türkiye’den kutsal topraklar için yola çıkan hacı adaylarının, kendi umrelerini ya da haclarını gerçekleştirdikten sonra sevdikleri için de umre veya hac yapması. Kimi umresini Harem-i Şerif’i, Arafat’ı göremeden vefat eden babasına kimi dedesine kimi de kardeşine ve evladına armağan ediyor. Ayrıca hayatta olup da buralara gelmek isteyip gelemeyenlere yaptığı umrenin sevabını hediye etmek isteyenler de var. Zira dinimize göre, ölen ya da sağlık durumu elvermeyen biri yerine hac yapılabiliyor. Bu durumda, kişi bir kez kendisi için yapmışsa, daha sonra ikinci kez başkası için hacca gidebiliyor. Ancak hac, yılda bir kez, sınırlı bir zamanda yapıldığı ve maddî olanak gerektirdiğinden başkaları için yapmak biraz meşakkatli olabiliyor. Bu yüzden her zaman yapma imkânına sahip olduğumuz umreyi hediye etmek daha kolay. Zaten hanefî mezhebine göre ölmüşlere umre armağan edilebiliyor.

Haccın bir ön ibadeti olan ve yarı hac kabul edilen umre için, mikat sınırına girmeden niyet ediliyor. Hacca gidildiği zaman başka birine hediye olarak umre yapılacaksa ‘temettü’ haccına niyet etmek gerekiyor. Temettü haccı için de mikat sınırını geçmeden niyet ediliyor. Kutsal topraklara geldikten sonra önce tavaf, tavaf namazı, sonra Harem-i Şerif’te Safa ile Merve arasında sa’y yaptıktan sonra Merve’de dua edip saçın kesilmesiyle ihramdan çıkılıyor. Bundan sonra ihtimale göre hac için en az 6 gün kalmış oluyor. Bu süre zarfında kutsal topraklarda Nur Dağı, Rahmet Tepesi gibi mekânlar ziyaret edilebileceği gibi zamanın büyük bölümü Harem-i Şerif’te namaz kılarak, Kur’an-ı Kerim okuyarak ve çokça dua edilerek geçiriliyor. İşte umre ile hac arasında kalan bu zaman diliminde tekrar umre yapma imkânı olabiliyor. Bu sırada Kâbe’ye yaklaşık yarım saat uzaklıktaki mikat sınırı yani Harem’e en yakın yer olan Tenim’e gidilip buradaki büyük, beyaz camide ihrama girip umreye niyet ediliyor. İşte bu ikinci umreyi vefat eden bir sevdiğinize hediye etmek için onun adına niyetlenebiliyorsunuz. Mekke’ye hacı olmak için gelenler arasında Erol Yüksel gibi hediye umreye niyetlenen epey insan var. Yüksel, rahmetli babası için umre yapma gerekçesini şöyle anlatıyor: “1998 yılında vefat etti babam. Çok fakir bir aileydik. Sağlık durumu ve maddî imkanları el vermedi kutsal toprakları görmeye. Vefat ettiğinde ben başka yerdeydim. Cenazesine de yetişemedim. O zamandan beri içimde bir ukde vardı. ‘Ne yapabilirim? Bir evlat olarak, babamın üzerimdeki hakkını nasıl ödeyebilirim?’ diye çok düşündüm. Annem geçen yıl umreye gelmişti. Ben de o nedenle bu sene babama hediye olarak umre göndermeye niyet ettim. Bir baba ya da annenin hakkı hiçbir zaman ödenmez. O bizim varlığımızın vesilesi. Çok şey yaptım diyemem, ama imkânımı babam için değerlendirmeye çalıştım. Babam vefat ettiğinde bir rüya görmüştüm. Onunla rüyamda vedalaşmıştım. Umre yapınca adeta onunla yeniden kucaklaşmış gibi oldum. Hüzün ve sevinci bir arada yaşadım.”

Dinimizde tavaf hediyesi olduğunu da hatırlatan Yüksel, babası için tavaf da yapıp ruhuna hediye olarak gönderiyor: “Nasıl bir Kur’an okuyup peygamberlerimize gönderiyoruz. Ben de buraya gelemeyen, selâm gönderenler için tavaf yaptım. Tavafta isimlerini sayıp onlara bağışladım.” Kutsal topraklarda tanıştığımız Türk hacı adaylarından Meryem Hanım, bu sene anne-babasının hac için çok niyetlendiğini ancak onlara değil, eşi ve kendisine kısmet olduğunu dile getiriyor. Annesinin evde küçük çocuğuna baktığını söyleyen Meryem Hanım, onun için de bir umre yapıp ardından sevabını hediye etmeyi düşünüyor. Mustafa Kaya ise sevabını eşine hediye ettiği bir umre ibadetini yerine getirmiş durumda.

Kutsal topraklara ulaşmak, burada nefes alıp vermek, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ayağının değdiği yerlerde namaz kılmak büyük bir lütuf. İnsan buraları gördüğünde, 14 yüzyıl öncesini yeniden yaşadığında, yenilenen tarihe şahit olduğunda en çok da Harem-i Şerif ve Arafat’la buluşamayan sevdiklerine üzülüyor. İbadetlerini yaparken aynı zamanda hüzün de yaşıyor bu sebeple. Ama İslâm dini öyle güzel ve mübarek ki, hacıların hüznünü sevince dönüştüren bir formül sunmuş onlara. Burada edilen duaların yanı sıra umre ve tavaf hediye etme olanağı da vermiş inananlara. Allah’a sonsuz nimetler barındıran dinimizi bize yaşattığı için şükrediyoruz. Müslümanlar, inşallah hacı olarak döndükleri kutsal topraklardan valizler dolusu hurma, zemzem, tesbih, seccadenin yanında hiçbir kaba sığamayacak kadar büyük manalar ifade eden umre, tavaf, dua hediyeleri ile geliyor... b.erdal@zaman.com.tr (YENİ BAHAR)

Pazartesi, Kasım 07, 2011

Hac, Arafat’tır;Arafat yanmaktır…



Hac, Arafat’tır;Arafat yanmaktır…

BÜŞRA ERDAL

“Hac, kalbin eylemidir”denir.Kişinin Allah'a yükselmesi.Hacda, her an,her hareket bir dua aynı zamanda. Arafat,milyonlarca Müslümanın dua olup Allah’a döndüğü yer. İlk peygamber Hz. Adem’in Hz. Havva ile yeryüzünde buluştuğu,Peygamber Hz. Muahmmed(Sav)’in veda hutbesini okuyarak artık ölüm vaktinin geldiğini açıkladığı hüzünlü mekan, Arafat yüzyıllardır ümmetin buluşma noktası. Gecenin saatleri Arefeyi gösterdiğinde Arafat’a ulaştık. Bizi, Peygamberimiz Hz. Muhammed(SAV)’e ait olduğu belirtilen “Hac,Arafat’tır” sözü karşıladı ilk. Yaklaşık 24 saatimizi geçireceğimiz çadıra ulaştığımızda diğer hacılara göre daha şanslı olduğumuzu fark ettik. Gazeteciler olarak, haber,fotoğraf ve görüntü ulaştırmamız için ayarlanmış elektrik ve priz bulunması bizi mutlu etti. Normal hacıların kullandığı çadırlarda ise elektrik yok. Sadece kilimlerin serildiği çadırlar, 14 yüzyıl öncesinin ruhuna daha uygun sanki. Gazeteci kafilesinden sonra da, hacılar, Arefe gecesinin sabahına kadar Arafat’a taşınmaya devam etti. Hacıların bazıları, gece çadırda uyurken bazıları da toprağa serdikleri seccadeleri üzerinde dua edip,Kuran-ı Kerim okuyarak ve namaz kılarak sabahladı. Bu sırada az ışıkta çadırın önünde Kuran okuyan bir çocuk vardı. 12 yaşındaki Muhammed, Cidde’de yaşayan bir Türk ailenin çocuğu. İlk kez hacca gelen Muhammed, heyecanlı. “Hacı arkadaşı” olduğumuz Muhammed’le fotoğraf çektirirken, o büyüyünce gazeteci olmak istediğini söylüyor. Muhammed’le biraz sohbet tetikten sonra karanlıkta tek başına tespih çeken Güzel teyzenin yanındayım. Güzel teyze, Gaziantepli. 5 yıldır çekilişte kutsal mekana ulaşmak için adının çıkmasını beklemiş. Nihayet 2011 kuralarında yedekten çıkmış ismi. Yedek olduğu için biraz geç haber aldığını söyleyen Güzel teyze,bir yandan kış için dolmalık patlıcan kurutup, salça yaparken,pekmez kaynatırken diğer taraftan da hacca hazırlanıyor. 70 yaşlarındaki Güzel teyze, gece yarısı ama hiç de yorgun görünmüyor. Sesinde genç bir insanın coşkusu var. Hayatta istediği her şeye sahip olduğunu söyleyen Anadolu kadını Güzel teyze, mutmain bir ifadeyle, “Dünyalık bir isteğim yok. Hayatta her şeyim var, sağlıklıyım, 3 kız 3 erkek çocuğum var,hepsini evlendirdim. Torunlarım var. Ben buraya şükretmeye geldim.Allah’a binlerce kez şükür,her şey için” diyor. Daha sonra saatler gece 04:00’ü gösterdiğinde toprak üstüne serilmiş seccadelerde teheccüd namazı kılınıyor. Milyonlarca müslümanın sessiz, huşu içindeki kalabalığında büyük yakarışlar. Uykusu olanlar, ibadet dolu ve sıcak bir gün olacağı için bir kez daha çadırlara çekilirken, bazılarımız da Cebellü-r Rahme’ye(Rahmet tepesi) doğru yola çıkıyor. Rahmet tepesine 20-25 dakikalık bir yürüyüşten sonra varıldığında güzel bir manzara ile karşılaşılıyor bizi. Kadın –erkek binlerce hacı, beyaz kıyafetler, ihram içinde melekler gibi Hz. Adem ile Hz. Havva’nın buluştuğu mekanda dua edebilmek için kayalıkları tırmanıyor heyecanla. Tam tepede sabah ezanı okunduğunda dünyanın farklı yerlerinden Müslümanlar birlikte kıbleye yöneliyor. Sabah namazını eda ettikten sonra Arafat meydanının ulvi sessizliğini “Lebbeyk Allahümme lebbeyk”nidaları dağıtıyor. Sabah güneşin doğuşundan itibaren tekrar Arafat meyadanına doğru iniyor hacılar. Sabah olduğunda dağıtılan kumanyalarla kahvaltı yapıldıktan sonra saat 09:00’da Diyanet’in telbiye, dua, ilahiler içeren Arafat programı başlıyor. Hacılar, içerisi çok sıcak olduğu için,çadırlar gölgesinde yer bulmaya çalışıyor. Bu sırada bazı hacılar da,”Arafat yanma yeridir, gölge aramayın” diye uyarıyor. Ve birden Peygamberin Veda Hutbesi yankılanıyor havada. Müslümanlar, Hz. Muhammed’in 1422 yıl önce Veda hutbesinde sorduğu soruya bir kez daha cevap veriyor gözyaşlarıyla. Peygamber(SAV); “İnsanlar!”,"Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?" diyor tekrar sanki. Ve Müslümanlar da, Sahabe-i Kiram gibi, "Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehadet ederiz!"diye haykırıyor. Ve bir kez daha bu kutsal mekanda Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şehadet parmağını kaldırıp, sonra da cemaatin üzerine çevirip, indiriyor ve şöyle buyuruyor;"Şahit ol, yâ Rab! Şahit ol, yâ Rab! Şahit ol, yâ Rab!".. Bu kutsal şehadet, 1422’inci kez tekrarlanıyor,sonsuz tekrarın bir parçası olarak…

CUMA Geride bırakıp tüm ölümlü alışkanlıkları Ona gitmek... ZAMAN

CUMA Geride bırakıp tüm ölümlü alışkanlıkları Ona gitmek... ZAMAN

Gündem [HABER iZLENiM] Kâbede herkes kardeş ZAMAN

Gündem [HABER iZLENiM] Kâbede herkes kardeş ZAMAN

CUMA Kutsal topraklara hazırlık kalpte başlıyor ZAMAN

CUMA Kutsal topraklara hazırlık kalpte başlıyor ZAMAN

Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk!..." diyerek başlayan kutsal yolculuk çoğu insana ömründe bir kez nasip olacak bir ibadet.
Maddi sıkıntısı olmayan kullara farz kılınan hacca, imkanların müsait olanlar çok rahat bir şekilde gidiyor, bazıları ise ömrü boyunca çalışıp kıyıda biriktirdikleriyle... İki kişi açısından, haccı tüm gerekleriyle yerine getirmek konusunda ise farklılık yok.
40 güne kadar sürdürülebilen hac ibadeti öncesi, herkes benzer hazırlıklar yapıyor. Peygamber'in (sas) doğduğu, büyüdüğü ve öte âleme göçtüğü toprakları ziyaret için ruhu da hazırlamak gerekir. Bunun için bu ibadetin inceliklerini, faziletini anlatan kitaplar edinerek okumak, hocalardan bu konuda vaaz dinlemek, daha önce gidenlerden orada yapılacaklarla ilgili bilgi edinmek ilk ve en önemli hazırlık. Kutsal topraklara olabildiğince az eksikle varmak için kutsal topraklara olabildiğince az eksikle varmak için ruh, kalp, bakışlar, dil, göz ve kulak, yani bütün duyuların terbiye edildiği bir dönem... Çünkü, oraya, Peygamber'in ayaklarının değdiği, gözlerinin gördüğü, ellerinin dokunduğu diyara gidilmekte. Sıradan bir yolculuk değil bu.
14 asır öncesine doğru yol alma, Ravza-i Mutahhara'da O'nun (sas) ayaklarına kapanma, Beytullah'ın önünde diz çökme, sahabeler misali O'nun (sas) kapısında sabahlamaya gidiliyor. Ondandır ki bir kavuşma bu. Hem öyle kolay hem de çok zor bir yolculuk. Su gibi, halden hale geçmeye niyetlenilen, bulut olup yükselmeye, yağmur olup yağmaya hazır olunan... Dünya meşgalesiyle dört bir köşeye dağılan taneleri toplayıp, 99 ismi içte toplayarak dönmeye niyetlenilen bir yolculuk. Böyle bir yolculuğa çıkmak, elbette ki hazırlıkların en büyüğünü gerektiriyor. En büyüğü ruha yönelik olmakla birlikte ayrıca bedenen, maddi açıdan bir hazırlık mevcut. Özellikle hanımlar, hayatlarında belki bir kere yaşayacakları bu yolculuk için düğün öncesi gibi hazırlanıyor. Erkekler de hanımlar kadar olmasa da yine bu kutsal yolculuğu aynı zamanda yakınları, dostları ve akrabaların da dahil olduğu bir merasime dönüştürmede hiç isteksiz değil.
Süleymaniye'de alışveriş hâlâ sürüyor
Ülkemizde genellikle yaşı ilerlemiş kadın ve erkekler hac ibadetine daha yoğun ilgi gösterdiğinden kutsal yolculuk öncesi hazırlıklar da buna göre sıraya konuluyor. Bu sene, hac süresi ekim ayıyla birlikte başladığından bir çok hacı adayı hazırlıklarını tamamlamış. Ancak hâlâ İstanbul'da Süleymaniye'de alışverişe çıkanları görmek mümkün. Hacı adayları, resmî işlemlerini tamamlayıp, gidecekleri gün belirlendikten sonra önce müftülükten kendileri için hazırlanmış kumaş, bez çanta gibi eşya paketini alıyor. Bu paket ihtiyacı karşılamadığından bu kez alışveriş yapma gerekliliği doğuyor. Erkekler dikişsiz bir kumaşa sarınarak ihrama girdiği için ayrıca kıyafet ihtiyacı daha az. Ama kadınlar için kıyafet tercihi önemli. Çünkü kadınlar ihrama normal, yüz, el ve ayaklar dışında bütün vücudu örten bir kıyafetle girebiliyor. Bu amaca yönelik hac malzemesi satan dükkânlarda krem, bej renkli keten tunik ve pantolonlar satılıyor. Bu kıyafet özellikle hac ibadetinin önemli aşamalarından olan Müzdelife Vakfesi ve Mina'da şeytan taşlama sırasında faydalı. Kalabalık ve yoğun tempolu hareketlerde vücuda hareket serbestisi sağlıyor. Yaşlı hanımların daha çok tercih ettiği bu kıyafet, renginin açık olması nedeniyle sıcaktan da koruyor.
Kadınların tercihi ferace
Daha genç hanımlar ise Mekkeli kadınların geleneksel olarak giydiği siyah renkli feraceyi tercih ediyor. Ama yine de ferace her yaştan kadının giyeceği, tüm bedeni örten bir giysi. Kadınların yüzü açık ancak tüm vücut örtülü bir şekilde her kıyafet giymesi serbest olsa da, ibadet sırasında siyah ya da beyaz gibi ana renkleri tercih etmek gerekli. Bu konuda illa ki hac malzemeleri satılan dükkânlardaki klasik kıyafetleri almak zorunda değil hiç kimse. İstenirse, uzun, bol ve kolları bacakları örten daha şık ve rahat giysi diktirilebilir, ya da alınabilir.
Ama ibadetin özünde, benliği eritmek, 'dünyadaki milyonlarca kuldan bir kul olmak' şiarını somutlaştırmak olduğundan, bunun bir ifadesi olarak bedenen de eriyip gitmek gerekiyor. Bu nedenle dış görünüş olarak da oradaki insanlardan farkı en aza indirmek önemli. Bunun yanı sıra hac sırasında hanımlar ihramlıyken önü kapalı ayakkabı giymek zorunda. Erkekler ise sandalet şeklinde önü açık terlik... Bunun için kutsal yolculuğa çıkarken valize, kıyafetin yanı sıra terlik, kokusuz sabun koymak lazım. Kokusuz sabunları da hac malzemesi satan dükkânlarda bulmak mümkün. Kâbe'yi tavaf sırasında ayakkabısız olunacağı için ev ayakkabısı gibi olan patiklerden almak gerekebilir.
Öte yandan Mekke ve Medine sıcak olduğu için çok sık umre ya da hacca gidenlerin de tavsiyelerini dinlemeli. Bu anlamda, benim ilk sorduğum kişiler, sıcak nedeniyle bedenin yara olduğu, bunu önlemek ve ibadeti daha iyi yapmak için pişik kremi kullanmanın zorunlu olduğunu belirtti. Özellikle erkeklerin, tavaf sırasında patik giymeyip yalınayak olduğu için topuk kremi de kullanabileceği söyleniyor. Ancak hac sıkıntıları da içinde barındıran bir ibaded olduğundan bu tür kremler kullanmanın doğru olup olmadığı akla düşen sorulardan.
Zemzem Mekke'den, hediye Türkiye'den
Bir de haccın, yakın çevreye, eş-dost akrabaya bakan yönü var. Hac için yapılanlar kadar dönüş sonrası için hazırlıklar da çok önemli. Hac dönüşü, 'hayırlı olsun'a geleceklere mutlaka hediye vermek gerekiyor. Bu artık neredeyse hac ibadeti ile bütünleşecek kadar kültürümüze girmiş durumda. Hac malzemeleri satan dükkân sahipleri de bundan memnun. Esnaflar, "Hediyeleşmek sünnettir, hacılar da bunu ifa ediyor." diyerek bu durumun sürmesinden yana. Esnafa göre, bu hediyeler kapsamında olan, 'zemzem suyu, misvak(taze olduğu için) ve hurma' Mekke'den getirilmeli. Ama diğer hediyelik eşyaları Türkiye'den almak daha mantıklı. Hem daha kaliteli olması hem de hac sırasında bir de hediye düşünmemek için...
Hasılı kelam, din alimlerine göre hac, akılla değil ruhla yapılan bir ibadet. Orada ibadetin parçası olarak yapılan eylemi bazen akıl anlamasa da, ruhun aldığı feyz tarif edilemez. Fark etmeden, fark ettirilmeden ruhen temizlenmeli. Bundandır ki hazırlıkların en güzel, ayna gibi bir ruhla Peygamber'in diyarına gitmeli...
***
Keseye göre hediye
Hac eşyası satan esnafın, hediye paketi fiyatları belli. Buna göre, en düşük bütçeli 'seccade, tesbih, esans, başörtüsü, takke ve bazen de kına' olan paket 7,5 lira. Ama bu malzemelerin en kalitelisini seçerek 35 liraya kadar paket yaptıranlar da var. Bazen 300 ya da 500 paket yaptıranlar bile oluyormuş. Bu durum da, esnafın Türkiye'den alışveriş yapılması konusundaki ısrarını bir nebze açıklıyor.
Hac malzemesi satan dükkânlarda dikkat çeken bir şey var: Girişte yığın halindeki kumaşlar... Krem ve bej rengi bu kumaşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hacı adaylarına verdikleriymiş. Müftülükten kumaşı alanlar diktirmekle uğraşmak yerine 20 liraya hac malzemesi satan dükkâna verip karşılığında tesbih, seccade alıyormuş. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın iddiaya göre, 40-50 dolar gibi para belirlediği bu kumaşlarla uğraşacak kimse yok gibi günümüzde. Bu nedenle, Diyanet'in belki de bu kumaş işinden vazgeçmesi gerekiyor.

Perşembe, Temmuz 28, 2011

http://www.cpj.org/blog/2011/07/mission-journal-media-under-growing-pressure-in-tu.php

Mission Journal: Media under growing pressure in Turkey
By Robert Mahoney/CPJ Deputy Director
While there is a surfeit of media in Turkey, outlets are prey to government pressure. (Reuters)
While there is a surfeit of media in Turkey, outlets are prey to government pressure. (Reuters)

Turkey is awash in media. The newsstands of Istanbul are buried under some 35 dailies of every format and political stripe. The airwaves are thick with TV channels and Internet penetration is tracking an economy growing at Chinese speed. Yet quantity does not equal quality. Nor does the array of titles mean diversity and freedom of expression is blossoming in a country that is seeking to join the European Union.

The military may be back in barracks but together with its "Kemalist" ultra-nationalist and secular allies, the "deep state" as it is known, is still able to intimidate and prosecute critical reporters.

The moderate Islamist government of Prime Minister Recep Tayyip Erdogan has clipped the army's political wings during its decade in power. Reporters can now criticize generals and write more freely if still cautiously about the country's oppressed Kurdish minority. But in the past four years Erdogan and his Justice and Development Party (AKP) have resorted to nationalist tactics by using vague defamation laws and sweeping anti-terrorism statutes to rein in not only traditional targets such as leftist and Kurdish journalists journalist but also government critics in the mainstream media.

Caught between these two forces are news outlets whose very ownership structure makes them prey to political pressure. Most newspapers and TV stations are owned by a handful of conglomerates whose business interests such as public contracts, construction, finance, tourism, and telecommunications make them wary of promoting serious investigative reporting into powerful people and institutions.

In interviews with some 20 journalists, publishers, and academics across the political spectrum the picture emerges that press freedom in Turkey is under increasing threat despite the advances made since the dark days of military rule. Where that threat comes from is a matter of debate, especially among Istanbul's media elite, which is deeply divided along partisan political lines.

"Last year things in Turkey changed for the better," said Salih Memecan, president of the Media Association, a press freedom and journalism training group comprising some 24 media outlets, several sympathetic to the AKP. "We are living in a more demilitarized society and the media are more diversified."

"Things have changed over the past 10 years," Ferai Tınç, president of the Freedom for Journalists Platform, which groups 14 journalist associations and unions, noted wryly. "I can now write about the Kurds but can't write about Erdogan."

Kurdish journalists, of course, complain that they still can't work freely, no matter which Turkish political grouping wields power.

Until this year, Erdogan's growing anti-media rhetoric was largely ignored in the West. Washington saw its Muslim NATO ally as a moderating influence in a roiling Middle East; Europe welcomed the beginnings of political and economic reform that followed Ankara's opening of EU accession talks in 2005.

But the arrest of two leading investigative reporters, Ahmed Şık and Nedim Şener, has caused waves beyond the Bosphorus.

On March 3, anti-terrorist police in Istanbul raided the homes of some 12 journalists, writers, and academics and seized notes, computers, and the unpublished manuscript of "The Imam's Army," a book that Şık was writing on the Gülen Islamic movement, which is close to the AKP.

Chief prosecutor Zekeriya Öz said the journalists were held not because of their journalism but based on evidence that cannot be published because of the confidentiality of an ongoing investigation into the "Ergenekon" conspiracy, an alleged nationalist military plot to overthrow the government first uncovered in 2007. Şık, who works for the magazine Nokta, has devoted his career to investigating the shadowy network of military officers and ultra-nationalist bureaucrats known as the deep state. Erdogan compared Şık's book to a bomb.

"Today it requires a special kind of courage to criticize the government, especially since the arrest of Şık and Şener," said journalist Ertuğrul Mavioğlu, who co-authored a book on Ergenekon with Şık. He dismisses the charges that the pair were implicated in the conspiracy. "I know that what they did was just reporting."

Şener is a reporter for the daily Milliyet who received the International Press Institute's "World Press Freedom Hero" award last year for a book on the murder of Turkish-Armenian journalist Hrant Dink in 2007.

Both men have been in pre-trial custody since their arrest on the vague charge of "membership of the presumed terrorist organization Ergenekon" although details have not been formally communicated to their lawyers and families. Much of what is known of the prosecution case has come in the form of leaks to the media.

Many independent journalists acknowledge that, in the beginning, the Ergenekon probe did unearth a plot against the AKP, which was chipping away at the nationalist and secular political legacy beloved of the military. But four years and some 500 arrests later, the investigation has lost focus and is now seen as an AKP weapon against critical journalists. Since 2009, authorities have also been investigating another plot to overthrow the government known as "Sledgehammer."

It's hard to know how many journalists are behind bars since the arrests began. CPJ wrote the justice minister this week seeking clarification. Several Turkish journalists groups put the figure at more than 60, which would make Turkey the world's leading jailer of journalists ahead of China and Iran. This figure includes many Kurdish journalists whom the authorities say are jailed for political activism. The independent communication network Bianet put the number held directly for their work at five as of March this year.

"The government is running a very successful PR campaign and claiming to follow the policies of an advanced democracy," said Mavioğlu. "Şık has shown this is not true."

Independent Turkish journalists have always had to tread carefully when reporting on national security and the outlawed Kurdish Workers Party (PKK) but the Ergenekon probe and the Kemalists' reaction to it have put all reporters under great pressure.

"All journalists take precautions," said Ismail Saymaz, a reporter with the liberal daily Radikal. "They speak as little as possible on the phone, reformat their computers, clean out their files, and destroy compromising data."

"Lots of journalists are wiretapped," the Journalists Platform's president Tınç agrees.

Reporters from both sides of the political divide are also subjected to legal harassment.

"The media are split between pro-and anti-government," said journalist Nadire Mater of Bianet, which reports on press freedom and human rights. "Police are leaking information [about Ergenekon] then journalists are prosecuted for publishing it. There is a power struggle."

The government can use a panoply of press laws, defamation, and national security legislation to chill meddlesome reporters. But the same laws are available to the Kemalist prosecutors and judges that have hung on to positions of influence inside the judicial branch.

Press groups estimate there are currently between 4,000 and 5,000 cases open against journalists of all political hues. Nearly every reporter I interviewed had received summonses from prosecutors over their work.

Hanım Büşra Erdal reports on Ergenekon and Sledgehammer for Zaman, a moderate Islamist daily close to the Gülen movement.

"Covering these stories, there have been about 75 cases brought against me," she said. Many cases are opened under Article 285 of the Criminal Code (reporting on a confidential criminal investigation) and Article 288 (attempting to influence trial proceedings). "The prosecutor has asked for sentences from four and a half to 15 years," she said. If convicted, however, she notes that, so far, courts have suspended prison terms for journalists in these cases for five years; but they have to serve that sentence plus any new sentence if they "re-offend" within those five years. "This is battle for power in the high judiciary between the deep state and the government," she added.

"It's all about intimidation," said Radikal's Saymaz, who has 11 cases outstanding against him. Journalists have to hire a lawyer and show up for interminable court hearings. "You lose the courage to write these stories," he said.

Reporters joke that they can't criticize either Atatürk or Muhammad, but mainstream media journalists also face commercial as well as political pressures. Media ownership is highly concentrated. Some journalists complain that mainstream newspapers and their sister TV news channels are filled with columnists and opinion rather than robust reporting.

"Small newspapers take on the government but big newspapers don't criticize the government," said Tınç.

"The AKP has transformed the situation and now the government controls the media," said Ruşen Çakır, a journalist for NTV and columnist in the daily Vatan. "They are imposing their agenda on the media. If the media owner tries to resist they punish them, especially with taxes."

He was referring to the $2.5 billion in unpaid taxes and penalties that the government demanded from Doğan Media, Turkey's biggest media group in 2009. Doğan has since sold several titles as part of a settlement.

The result of all these pressures is a lack of investigative reporting in many big news outlets, self-censorship, and under-reporting in areas such as finance, energy, and the environment.

The other big gap in reporting in many Turkish-language media has been and remains the Kurdish issue--in part because of anti-terrorism laws that prevent much coverage. Kurdish journalists are very active in the south and southeast of the country, home to most Kurds, but complain of constant assaults and detention by security forces and legal harassment by politically motivated prosecutors.

The AKP government has made some conciliatory gestures toward the Kurds, such as allowing greater use of the Kurdish language in education and media, but nevertheless Kurdish journalists are beset by restrictions. Journalists are no longer killed as they were in the 1990s, but Kurdish news outlets are still closed down by authorities and employees detained.

"Before they shot you; now they shut you down," said Ramazan Pelegöz, Istanbul-based news coordinator of the Kurdish Dicle news agency. He said reporters and photographers are often arrested covering protests and demonstrations in the Kurdish region; they are also denied access to government and security forces officials and information.

The biggest complaint, however, is the ongoing use of anti-terrorism laws to muzzle Kurdish journalism.

"They have turned journalists into criminals," said Eren Keskin, co-chief editor of the pro-Kurdish daily Özgür Gündem. "Anything you write can be twisted into 'making propaganda for a terrorist organization' or insulting the military....or incitement to hatred," she said.

It's ironic that as the AKP consolidates its grip on power it should risk tarnishing its image among the Western democracies that it wants to join by curbing press freedom. Erdogan is popular among many ordinary Turks who have seen living standards rise. His party took more than 50 percent of the vote in parliamentary elections last month for a third term, capping a referendum victory six months earlier on constitutional reform. Turkey's supporters in the EU hoped these popular endorsements would accelerate the accession process but just this month the Council of Europe's commissioner for human rights, Thomas Hammarberg, called Turkey out on its media freedom record in a critical report.

"There is really an authoritarian, totalitarian government now in Turkey in terms of freedom of speech and human rights," said communications professor Esra Arsan, of Istanbul Bilgi University. But people don't seem bothered by this, she laments. "These are good economic times."

Pazar, Temmuz 24, 2011

GAZETECİLERİN YARGILANMASI..."KADROLU SANIK" BAŞLIĞININ İLHAMI BENİM HİKAYEM...

Gazeteciler mahkemede 'kadrolu' sanık (RADİKAL)

24/07/2011 9:01


Bugün, basında sansürün kaldırılışının yıldönümü. Ancak 'sansürsüz basın'da da durum parlak değil. Onlarca gazeteci mahkeme aşındırıyor.
Gazeteciler mahkemede 'kadrolu' sanık
FATİH YAĞMURArşivi

ECEM HEPÇİÇEKLİArşivi

Kamuoyunu bilgilendirmek için gece gündüz çalışan gazeteciler, yazdıkları haberlerden dolayı haklarında açılan davalara bakmaktan adeta görevlerini yapamaz durumda. Radikal’de de durum farklı değil. Muhabirlerimiz haklarında açılan davalar için haftada bir gün adliyeye gitmek zorunda kalıyor. Yargının bazı konularla ilgili haber takibini sistemli şekilde baskı altında tutmaya devam ettiğini vurgulayan meslek örgütleri ise gazetecilerin mesleklerini yapmalarını sınırlandıran yasaların değiştirilmesi gerektiğini çeşitli vesilelerle açıklamıştı.

Basın savcılarının, ‘gizliliği ihlal’ ve ‘adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ suçlamasıyla açtığı davalara muhatap olan gazeteciler, hem iş yoğunluğu hem de davalar nedeniyle sosyal hayatlarından da fedakârlık etmek zorunda kalıyor. Radikal gazetesinde yazdığı haberlerden dolayı hakkında 15’i aşkın dava açılan Salih Aydın mesaisini ‘savunma hazırlamakla’ geçiriyor. Muhabirimiz İsmail Saymaz’ın ise devam eden 12 davası var. Saymaz, ayda bir kez mahkemeye gitmek zorunda kalıyor. Muhabirlerimizden Serkan Ocak 8, Enis Tayman 7, Dinçer Gökçe ve Ömer Erbil ise 3 davada ‘yaptıkları haberin hesabını’ veriyorlar.

Bakanlık bilgi istedi
Adalet Bakanlığı 24 Haziran 2011’de, başsavcılıklardan, kaç gazeteci hakkında, hangi kanun maddeleri nedeniyle soruşturma yürütüldüğünü veya dava açıldığını sormuştu. Bakanlığın konuyla ilgili yazısında, “İfade özgürlüğünün, kamuoyunda ve AB platformlarında sık sık gündeme geldiğine” dikkat çekilerek, bu konunun daha etraflı ve sağlıklı değerlendirilebilmesi için doğru ve güvenilir istatistiklere ihtiyaç duyulduğu kaydedildi. Aynı yazıda, AB ile müzakerelerin sürdüğüne işaret edilerek, “Yargı ve Temel Haklar” faslının önemli başlıklarından olan ifade özgürlüğünün gerek iç kamuoyunda gerekse AB platformlarında sık sık gündeme geldiğine dikkat çekildi. Başsavcılıklar, bakanlığın yazısını mahkemelere iletti ancak henüz cevabi metni göndermedi. Ergenekon sürecinin başından Ekim 2009’a kadar, gazetecilere ‘soruşturmanın gizliliğini ihlal’ suçlamasıyla 4.139 soruşturma açıldı.

RSF: Yasalar değişmeli
‘Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) raporuna göre, yargı belirli konularla ilgili haber takibini baskı altında tutmaya devam ediyor. Raporda öne çıkan ifadeler şöyle:

Birçok temel yasa gazetecileri sınırlandırmayı sürdürüyor.
Yasalarda kamu yararına dair konularda haber alma hakkına açıkça işaret edilmeli.
Terörle Mücadele Kanunu ya kaldırılmalı ya da demokratik normlara uyumlu hale getirilmeli.
Terör faaliyetlerinin haberleştirilmesini cezalandırmaya dönük madde yürürlükten kaldırılmalı.
Anayasa reformu çalışmalarına devam edilmeli.

‘24 Temmuz artık hüzün günü’
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit, “Basında sansürün kaldırılışının, Lozan’ın ve demokratik işçi haklarının yıldönümü 24 Temmuz’un artık Türk halkının bayram coşkusuyla kutladığı bir gün olmaktan çıkıp, hüzünle andığı bir gün haline geldiğini” söyledi. Ecevit, yazılı açıklamasında, “Bir yandan açılım ve özgürlük diyen iktidar, öte yandan kendisine muhalefet eden gazetecileri çeşitli bahanelerle tutuklattırıyor. Basına yönelik özellikle ekonomik baskıları arttırıyor, ifade özgürlüğünü daraltıyor” dedi.

‘Sansür kıskacı’
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel de 24 Temmuz Gazeteciler Günü ve Sansüre Direnişin 103’üncü yıldönümünde, sansür ve otosansürün ciddi bir tehdit olduğunu söyleyerek, “Basın çalışanlarının birçoğu ‘suya sabuna dokunmama’ kaygısı taşımaya başlamıştır” dedi.

70 gazeteci cezaevinde
Nedim Şener: Ergenekon kapsamında tutuklu. Silivri Cezaevinde.
Ahmet Şık: Ergenekon kapsamında tutuklu. Silivri Cezaevinde.
Mustafa Balbay: Cumhuriyet gazetesi eski Ankara Temsilcisi Balbay, ikinci Ergenekon davasından tutuklu yargılanıyor. Silivri Cezaevi’nde
Tuncay Özkan: Kanal Biz televizyonunun sahibi gazeteci Özkan, ikinci Ergenekon davasından tutuklu yargılanıyor. O da Silivri’de.
Erol Zavar: Odak Dergisi sahibi ve Yazıişleri Müdürü, Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevinde hükümlü olan Zavar aynı zamanda mesane kanseri tedavisi görüyor.
Vedat Kurşun: Azadiya Welat gazetesi eski yazıişleri müdürü, yazdığı haberlerden dolayı 166 yıl 6 ay hapis cezası aldı.
Hasan Coşar: Atılım gazetesi yazarı Coşar, ‘yasadışı örgüt yönecisi’ olduğu ve ‘yasadışı örgüt propagandası’ yaptığı iddiasıyla 10 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Doğan Yurdakul, Müesser Yıldız (Oda TV): Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındılar, Silivri Cezaevi’nde yatıyorlar.

‘Tutuklu Gazete’ bugün çıkıyor
Cezaevinde bulunan gazeteciler tarafından hazırlanan ‘Tutuklu Gazete’ bugün 5 ulusal gazetenin eki olarak okuyucuların karşısında olacak. Cezaevinde bulunan gazetecilerin yazılarından oluşan ‘Tutuklu Gazete’nin ilk sayısı, Türk basın tarihinde “Sansürün kaldırılması ve basın bayramı” olarak kutlanan 24 Temmuz’un 103. yıldönümünde çıkıyor. İçerik, dizgi, baskı ve dağıtım için Aydınlık, Birgün, Cumhuriyet, Evrensel ve Özgür Gündem gazetelerinden destek alan Tutuklu Gazete yine aynı gazetelerin ücretsiz eki olarak bugün okuyucularla buluşacak. İlk sayıda, yaklaşık 5 aydır, neyle suçlandıklarını da bilmeden tutuklu olan gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın da birer yazısı yer alıyor.

Yazısına “Okumaya başladığınız bu yazı canınızı sıkabilir. Eleştirilerin sivriliği belki sizi sinirlendirebilir” sözleriyle başlayan Ahmet Şık, “Sansürün kaldırılmasına özel bir anlam atfedip bunu balolarla ‘kutlamak’, tören düzenlemek kadar abes bir gün başka memlekette var mıdır” diye soruyor. “70’ten fazla gazeteci cezaevindeyken, geri kalanları sırasını beklerken, herkes hangi konuda ne kadar yazıp söyleyebileceğinin sınırını biliyorken” sansürün kaldırılışını kutlamanın anlamsızlığına değinen Şık, “Güç sahibi vesayet budalalarını korkutan kendileri gibi olan diğerleri değil, maskelerinin ardına gizlediklerini görüp müesses nizamlarına itaat etmeyenlerdir” diyor.

‘Ergenekon diyordunuz şimdi siz de Silivri’desiniz
Nedim Şener’in bugünkü ‘Tutuklu Gazete’de yayınlanacak yazısından bir bölüm ise şöyle: “Silivri 2 No’lu Kapalı L Tipi Ceza ve Tutukevi’nin girişinde beni Bakırköy Adliyesi’ne götürecek jandarma ve aracı beklerken odaya İnönü Üniversitesi eski rektörü ve Ergenekon davası sanığı Fatih Hilmioğlu girdi. Bir iki dakika sonra da aynı davada yargılanan Prof. Dr. Yalçın Küçük getirildi. İnfaz Koruma memurlarının nezaretinde selamlaşıp tanıştıktan sonra küçük bir sohbet yapacak zamanımız oldu. İlk sözlerden sonra Hilmioğlu sanırım bir süredir içinde tuttuğu ve zamanı geldiğinde yani karşılaşmamızda söylemek istediği cümleyi yüzüme söyledi; ‘Eee, dışarıdayken Ergenekon, Ergenekon diyordunuz, bakın şimdi siz de buradasınız’ dedi.

Evet ben de Ahmet Şık da, Fatih Hilmioğlu ve Yalçın Küçük ve diğer dört kişiyle birlikte Silivri 2 No’lu Kapalı Cezaevinde ‘Ergenekon Terör Örgütü’ üyeliği iddiasıyla neredeyse dört aydır tutukluyduk. Elbette nerede olduğumu biliyordum ama Hilmioğlu başka bir şey söylemek istiyordu: ‘Fatih Bey, benim Ergenekon davasıyla ilgim, Hrant Dink cinayetiyle ilgilidir. Ergenekon’da yargılanan bazı sanıklarla Dink cinayeti sanıkları arasındaki bağlantıya dikkat çektim. Burada Danıştay saldırısı yargılanıyorsa Dink cinayeti dosyası da Silivri’de yargılanmalıydı. Ergenokon’u da yargı kesin kararını verene kadar iddia boyutuyla ele aldım’ dedim.

Hilmioğlu bunca yılın profesörü, o kendine göre bana dersini vermişti. Açıklamamı dinleyip dinlemediğine emin olamadan, jandarma ve nakil aracı geldi. Hilmioğlu ile Küçük’ü Silivri kampüsündeki duruşma salonuna götürdü. Beni Bakırköy Adliyesi’ndeki duruşmama götürecek jandarmalar ile nakil aracı da biraz sonra kapıya yanaştı.”

Yüzlerce yıl hapisleri isteniyor
Esra Alus (Milliyet):
Hakkında 40’tan fazla dava açılan Alus’un hapis cezasıyla sonuçlanmış 3 davası var. Alus, herhangi bir haberiyle ilgili bir ceza daha alırsa cezaevine girecek.

Bülent Ceyhan (Habertürk):
Birçok soruşturmayla ilgili haber yapmasına rağmen, özellikle ‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ haberleri kapsamında 25 davayla karşı karşıya.

Bünyamin Demirkan (Star):
Bugüne kadar hakkında 50’nin üzerinde dava açıldı. Şu ana kadar kesinleşmiş üç yılın üzerinde hapis cezası bulunuyor. Genel itibariyle gizliliği ihlalden açılan davalardan yargılanıyor.

Adem Yavuz Arslan (Bugün):
Adem Yavuz hakkında bugüne kadar 60’ın üzerinde dava açıldı. Bunların 20’si Hrant Dink cinayetiyle ilgili kitabından dolayı açıldı.

Büşra Erdal (Zaman):
Son 3 yılda 75 dava açılan Büşra Erdal kendisini hem Zaman gazetesinin kadrolu yargı muhabiri hem de adliyenin kadrolu sanığı olarak niteliyor. Erdal hakkında açılan 75 davanın sadece 4’ünden 62 yıl hapis cezası isteniyor. Hakkında istenen toplam hapis cezası ise 300 yılı aşıyor.

Dicle Baştürk (Taraf):
Taraf gazetesi muhabiri Dicle Baştürk meslekte yeni olmasına rağmen yazdığı haberlerden dolayı şimdiden hakkında açılmış 7 davası bulunuyor.

Şamil Tayyar (Eski Star gazetesi yazarı):
3 ayrı davadan 50 ay hapis cezası var. Gaziantep milletvekili seçilen Tayyar hakkında seçime bir gün kala 15 ay hapis cezası verilmişti. Kararı veren Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi hapis cezasını 17 bin lira para cezasına çevirdi.

Mehmet Baransu (Taraf):
‘Gizliliği ihlal’ ve ‘Gizli bilgi ve belgeyi yayımlama’ suçlamasıyla devam eden 50’nin üzerinde davada, 400 yıldan fazla hapis istemiyle yargılanıyor. Ayrıca ‘Karargâh’ ve ‘Mösyö’ isimli kitapları nedeniyle açılmış 8 davası daha var.

Gündem [Haber Analiz Büşra Erdal] Kilit sanık Çiçek konuştukça darbe davalarının önü açılıyor ZAMAN

Gündem [Haber Analiz Büşra Erdal] Kilit sanık Çiçek konuştukça darbe davalarının önü açılıyor ZAMAN

Gündem Dursun Çiçek andıç emrini verenleri açıkladı ZAMAN

Gündem Dursun Çiçek andıç emrini verenleri açıkladı ZAMAN

Çarşamba, Mayıs 25, 2011

İnan Kraç'ı ergenekon klasörlerinden tanımak:Kıraç'ın görevi, hem siyasi parti hem de medya dizaynı

İkinci Ergenekon davasının ek klasörlerinde bir belge çok dikkatimi çekmişti. Aydın Doğan gibi büyük bir medya patronu, Sabah-Atv grubunu satın almak istiyor ama bunu Koç Grubu CEO'su İnan Kıraç'ın onayıyla yapıyor. Doğan-Kıraç iş ilişkisi var mı, Kıraç Doğan'ın abisi ya da patronu mu onu bilmiyorum.İnan Kıraç Bilgin'i neden TMSF elinden kurtarmak ister onu da anlamak zor. Ama görünen o ki, Kıraç, hem siyasi parti he de medya dizaynından iyi anlıyor. Ve sanırım işi bu.Ve bence bu belge hakikaten ilginç:


2.Ergenekon dava dosyasında Tuncay Özkan’a ait klasörde, Mart 2007’de Aydın Doğan tarafından Bilgin’e verilen teklif mektubu yer alıyor. Doğan’ın 5 maddelik teklif mektubu; “Sayın İnan Kıraç’ın önünde mutabakata varılacak konular:” şeklinde başlayarak kararlar numaralarla sayılıyor. Dinç Bilgin’e, ailesinin geçimi, içinde bulundukları özel şartlar ve ağır hukuk faturaları nedeniyle her ay 250 bin dolar ödeme yapılacağı belirtiliyor. Doğan’ın bu ödemenin ilk üç ayını peşin olarak vereceği, en kötü şartta bu ödemelerin 8 yıl süreceği dile getiriliyor. Eğer umulan ve hukuka uygun olan gerçekleşir, eski Bilgin Medya Grubu yeniden Bilgin ailesinin yönetimine veya yerli veya yabancı kuruluşların kontrolüne(Dinç Bilgin veya dışında) geçerse, yani gurubun borçları bir kurum tarafından üstlenmesi , Bilgin’in mali rahatlık ve yeterliliğe kavuşması takdirde, ödemelerin kesileceği ifade ediliyor. Bilgin’in yeterli parası olması halinde Doğan’dan aldığı ödemeleri iade edeceği kaydediliyor. Doğan’ın Bilgin’in TMSF’den ibra olması, ceza davalarından kurtulması için gerekli yardımı yapacağı bildiriliyor. Eğer ihale olur ve Doğan’ın içinde olduğu konsorsiyum bu ihaleyi kazanırsa, Bilgin’in kar hisselerinden ödenmek üzere yüzde 15 oranında ortaklık hakkında sahip olacağı ifade ediliyor. Bu konsorsiyumun yönetiminde Bilgin’in görev alınmasına çalışılacağı ifade ediliyor. İhaleyi başka bir kurumun alması halinde ise, Doğan’ın Bilgin’le bir başka bir medya grubu oluşturma veya mevcut medya gruplarında çalışma ortamı yaratmaya gayret gösterileceği belirtiliyor.

İst,02.03.2007 tarihli yazı “Sayın Aydın Doğan, Bana vereceğiniz teklif mektubunu, sizin rızanız haricinde hiçbir şahısa, kuruma(TMSF hariç), basın kuruluşuna vermeyeceğimi, göstermeyeceğimi, kullanmayacağımı beyan ve taahhüt ederim. Saygılarımla Dinç Bilgin” olarak bitiyor.
(bu mektup ikinci Ergenekon ek klasöründe)

Pazartesi, Mayıs 09, 2011

Paris’e Fransız kalmamak…

Paris’e Fransız kalmamak…

Bir şehri seversen, o şehir de seni sever. Şehirler varlık dünyasında bir canlı gibi. Görmek istersen gösterir bütün sırlarını,ayağına serer. Bazı şehirleri görür aşık olursun, bazılarını ise görmeden. Sanırım Paris, ikinci kategoride. Görmeden, tanımadan pek çokları tarafından sevilen şehir. İç güdün kefil olur ve nedense hep de haklı çıkar.

Bir Paris sabahı; peynirli baget ekmek sandviç, kruvasan kahve… Sessiz bir Champ Elysee caddesi… Hele bir de hafta sonuysa sanırım kendi ülkende, kendi şehrinde ve kendi sokağındasın sanki. Öyle durgun ve durulmuşken olanca sessizlik ve kendi halindelik. Yeni açılan kafeler ... ve günaydın ve iyi akşamlar demek pek eğlenceli bu şehirde.

Paris’i keşfetmek için çok çaba gerekmiyor,insan bir adım atarsa şehir ona birkaç adımla geliyor. Kaybolma riski de hiç yok. Azıcık cesaretle atarsan adımları şahane sokaklarda kendini dinlersin,yenilersin… Paris’in eski, senin ise yeni sokağında, caddelerinde. Bütün yollar bir yerde bir metroya çıkar ve metro da senin ineceğin durağa…

Notre Dame'dan başladığın bir yolda birden kendini zenci mahallesinde bulman an meselesi. Ve şaşırırsın zenciler süse ne kadar meraklı adım başı kuaförler,kadınlı erkekli ve hepsi de dolu akşam saatlerinde. “Paris’in çirkini”; ama güzelleşmek için Paris’li kadınlardan geri durmayan zenci kadınlar ve erkekler…Paris’te adaletsizlik renkte değil sadece renk gibi topluma işleyen,belirgin bir yaşam da. Mesela daha hava alanına ilk ayak bastığınızda zencilerin güvenlik görevlisi yapıldığını görürsünüz. Ve bütün Paris’te neredeyse böyledir. İri vücutları ile zenciler ve onların ikinci sınıf halleri…


Her metroya binişte bir müzisyen ya da benzeri çıkar ortaya. Birden klasik bir Fransız şarkıyı kemanla ne kadar güzel çaldığını duyar şaşar kalırsın. Ve metro yolculuğu hiç bitmesin istersin. Ama bir de o sıkıcı yaşlı ve kabiliyetsiz amcanın elindeki işkence aleti olur hemen bir durak sonra inebilmek için can atarsın. Ama metro müzisyenlerinin bir de farklı bir yanı vardır. Az hüzün gösterir kendini o duruşta. Sanki yalnız bir yaşlıdır da sadece birilerine yol arkadaşı olmak için hem çalar hem eğlenir hem de eğlendirmek ister. Paris’in yaşlısı da kendisine benzer.

Bir şehri seversen,kayıtsız şartsız o da seni sever,özel hatıralar verir yıllarca saklaman için. Paris, insanı doğuran bir şehir,yeni farkındalıklar katan. Yeni gözler veren, görmek için,yeni duyu organları,kokular ve duymak için. Fazladan el ve ayak da. Daha çok dolaşır, daha çok güç alırsın ellerinden. Daha güzel görürsün kesinlikle. Paris en çok “görme” şehri. Dokunma ya da koklama değil. Mesafeli ve biraz uzak ve aslında fark ettirmeden biraz da yakın. O soğuk Fransız duruşunun ardında saygı ve aşk dolu kabul etme. Kıstaslarını bilir ve uygularsanız.

Bir şehre saygı duymak gerek,şehrin kişiliğini kabul etmek ve hakkını vermek. Paris kişilikli bir şehir. Orta yaşlı,olgun ve zarif bir kadın. Şık aynı zamanda. Yılların soyluluğu ve zenginliği üstünde ama sanki biraz cepten yemiş de üstüne koymamış eski zaman zengini gibi. Parisliler de, ortaçağ şatosunda yaşayan yeni dünyalılar…

Gündem Balyoz sanıkları taktik değiştirdi ZAMAN

Gündem Balyoz sanıkları taktik değiştirdi ZAMAN

Pazar, Şubat 13, 2011

bir tespihim,kopmuşum...

EFENDİM...

Nicedir kapanmış kapılar yüzümüze ve kaybetmişiz O'nu(SAV). Şimdi de bulmak için kapılar çalıyoruz ve sesleniyoruz;

Efendim, sana hasretten bu kapıları çalışımız ve kapıların ardında Seni arayışımız.

Efendim canımı serinletmeye gel!

Efendim, yolumu yol etmeye gel!

Utanıyorum halimden, halimi Halık'ıma perde etmeye gel!

Bir tespihim, kopmuşum, dağılmışım dört bir yana. Dalmışım günahlara. Tanelerimi toplamaya, beni 99 kılmaya gel!

Efendim, hicret Sen'in bir diğer adın. Anneyi,yari, şanı, vatanı bırakışın. Hicretimi tamamlamaya, hayatımda, hayatımdan daha kıymetli olmaya gel!

Karalara bürünmüş Kabe gamındayım. Yolunda beni ak etmeye gel. Kara giyindi kabe Sana hasretten yandı kavruldu, kararan gönlümüzü bahar eylemeye gel!

Yüzyıllar geçmiş aradan, ve biz gittikçe uzaklaşmışız özlemekten Seni. Bizi yüzyıllarca önce yaşayanlarla, kapında sabahlayanlarla, yatağı haram kılanlarla bir yapmaya gel!

Yüzüm yok 'GEL' demeye, GEL'leri ardı ardına dizmeye. Ama yine de; ben kırık dökük, ben çaresiz, ben aciz…Ne olur beni BEN'den almaya gel!

Bir sabah "kalk borusu" çalınmadan, fetih muştusuyla uyanmak duasıyla…

(25 Nisan 2001-eskiden,ruh daha fazla kurumamışken,bir dua...)

Gündem Yargılama şimdi başlıyor ZAMAN

Gündem Yargılama şimdi başlıyor ZAMAN

Gündem [Haber İzlenim] Tutuklama talebi sanıkları şoke etti ZAMAN

Gündem [Haber İzlenim] Tutuklama talebi sanıkları şoke etti ZAMAN

Pazar, Şubat 06, 2011

Mehmet Ali Çelebi’den Dreyfus çıkar mı?

Soner Yalçın, bugünkü Hürriyet’te ikinci Ergenekon davası tutuklu sanığı teğmen Mehmet Ali Çelebi için, “Neden bir Emile Zola’mız yok, Çelebi yalan iddialarla hapis yatıyor,sadece alevi olduğu için tutuklu” mealinde bir yazı yazmış. Çelebi’nin ve aynı zamanda intihar eden albayların sadece mezhepleri ile ilgili olarak hedef olduğunu iddia etmiş. Üzgünüm ama, bu iddia gerçeklikten nasibini almıyor. Ergenekon davası ve soruşturmasında hiçbir noktada sanıklara ilişkin mezhepsel bir tanımlama, hedef alma olmadı. Şimdi bize bunu inandırmaya çalışıyorlar ama nafile. Daha soruşturmanın ilk günlerinde “TSK hedefte” diye savunma yapılıyordu. Doğu Perinçek Nisan 2008’de tutuklandığı sabah Beşiktaş’taki adliye bahçesinde cezaevi ring aracına bindirilirken kamuoyuna “Hedef TSK” diye bağırıyordu. O zaman şüpheliler kendilerini TSK üzerinden konumlandırıp TSK’yı da harekete geçirerek kurtulmayı umuyorlardı. Zaman geçti, TSK umdukları gibi davranmadı. Bu kez de Soner Yalçın gibi isimler “alevilik” unsurunu öne çıkarıyorlar. Zamanla savunma stratejisi başarı ya da başarısızlık nedeniyle yön değiştiriyor. Bu savunma stratejisi de büyük bir hata,bakalım TSK,Atatürkçülük ve Alevilikten başka sırada hangisi var ortaya sürülecek?
Ama bu stratejinin de ayağının yere basmadığını göstermek için Mehmet Ali Çelebi’nin iddianamedeki suçlandığı konulara ve savunmasına bakmak gerek. Çelebi, iddianamedeki Hizbut-Tahrir üyeleriyle görüştüğü iddiasını savunmasında kabul etti. Çapraz sorguda savcılığın “neden Hizbut Tahrir” üyeleriyle görüştüğünü sorması üzerine Çelebi, “istihbari” amaçlı olduğunu söylüyor. Savcılık ise Hava Kuvvetleri’nde görevli havacı ve helikopter kullanıcıs bir askeri pilotun istihbarat faaliyetlerinde bulunmasının göreviyle ilgili olmadığını belirtiyor. Yani bu durum daha başta Çelebi’yi “şüpheli” duruma sokuyor. Öte yandan Çelebi’nin avukatlığını yapan ve şu anda aynı davada sanık olan Yusuf Erikel de savcılık ifadesinde aralarındaki ilişkiyi, “Kemal ve Neriman Aydın ile yaklaşık 3 senedir tanıştığını, Kemal Aydın'ın evine gittiğinde, teğmenler Mehmet Ali Çelebi, Noyan Çalıkuşu, Eren Mumucu, Hasan Hüseyin Uçar, Önder Koç ve Yaşar Tozkoparan'ın da Kemal Aydın'ın evinde olduklarını, orada yemek yedikten sonra bu şahıslarla kendisinin sohbet ettiğini, kim olduklarını sorduğunda teğmen olduklarını öğrendiğini, Kemal Aydın’a sorduğunda kendi yeğenleri olduğunu, ailece gidip geldiklerini, Kemal Aydın’ın annesine de anneanne dediklerini duyduğunu, kendisinin onlara Kur'an okuduğunu, dini sohbet yaptığını, onların da kasete çektiğini, niye çektiklerini sorduğunda onların da yasak olmadığını söylediklerini, daha sonra bu şahısların kendisini avukatları olarak tuttuklarını” anlatıyor. Profiline baktığımızda dini konularla hiç ilgisi olmayan Çelebi’nin bir evde Erikel gibi bir isimden dini sohbet alması, Erikel’in Kuran okuması vakasını kamera kaydına alması hangi mantıklı gerekçe ile açıklanabilir? Ki aynı dönem Neriman Aydın’ın eski Jandarma genel Komutanı Şener Eruygur’a attığı darbe isteyen mesajları da burada hatırlarsak? Bu kamera kayıtları ancak şöyle açıklanabilir; Teğmen Çelebi Hizbut-Tahrir’cilerle görüşüyor, onları yönlendirmek için de böyle kayıtları kullanıyor, kendisini dindar biri olarak tanıtıyor. Bu düşünce akla ve mantığa daha yatkın. Bu şekilde iddianame ve dosyadaki deliller daha da sıralabilir. Öte yandan, polisin Çelebi’nin telefon hafızasına “sehven” koyduğu 139 isimlik liste olayı da kabul edilemezdir. Bu hatadır ve yaptırımı da olacaktır. Ancak şimdi Çelebi’yi Dreyfus yapanlar şunu unutmamalıdır;Çelebi sadece bu 139 isim listesi nedeniyle suçlanmıyor. Darbe ortam hazırlamak isteyen bir terör örgütünün üyesi olmakla suçlanıyor. İddia edilen örgütün yapısı ve işleyişi düşünüldüğünde yaptıkları ve ilişkileri de kendisinin bu aşamada “sadece vatansever, alevi,Atatürkçü”bir subay olduğuna şüphe düşürüyor. Yargı sonucunda gerçek ortaya çıkacaktır mutlaka ama bu aşamada Çelebi’den bir Dreyfus çıkmaz!

pc: http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=32655 (dreyfus olayı)