Pazar, Aralık 23, 2012

[HABER ANALiZ] Yüce Divan’ın kararı, Ergenekon’u etkilemez(22 Aralık 2012-Zaman Gazetesi)


'Yargıda rüşvet’ davasına “Yüce Divan” sıfatıyla bakan Anayasa Mahkemesi’nin ‘usulsüz dinlemenin delil olmayacağı’ yönündeki kararı, Ergenekon sanıklarınca heyecanla karşılandı.

Bir sanık avukatı, ‘Ankara’da hakimler varmış’ derken, Ankara Baro Başkanı Metin Feyzioğlu, “Ergenekon davasına örnek olmalı.” yorumunu yaptı. Geçici bir heyecana yol açsa da, bu kararın Ergenekon davasını ilgilendiren bir boyutu yok.
    Şöyle ki, Yüce Divan, HSYK müfettişlerinin, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 135. maddesine dayanarak dinleme yaptırdığını ve bu dinleme sonucu yüksek yargıç Hamza Erdoğan hakkında suç deliline ulaştığını belirtti. Yüce Divan, müfettişin savcı gibi mahkemeden dinleme talep edip delil toplayamayacağını vurgulayarak, 4 muhalefet oya karşılık beraat kararı verdi. Ergenekon ise farklı. Bu soruşturma, geçtiğimiz aylarda kaldırılan CMK’nın 250. maddesi ile yetkilendirilmiş savcılarca yapıldı. Devlet güvenliğine yönelik örgütlü suçlara bakan bu savcılar, açılan soruşturmalarda ‘teknik takip ve dinleme talep’ yetkisine sahip. Savcıların talebini hakimin kabul etmesi halinde 3 aylık dinleme yapılır. Bu süre 3 ay uzatılabilir. CMK 135’e göre “Katalog suçlar” başlığıyla belirtilen insan kaçakçılığı, rüşvet, cinsel saldırı, devlet güvenliği ve adam öldürme gibi suçlarda dinleme yapılabiliyor. Özel yetkili savcılar da, mahkeme kararıyla bu listede sayılan suçlara ilişkin dinleme yaptırdı. Bugüne kadar Ergenekon sanıkları ve avukatları, dinlemelerin ‘yetkisiz yapıldığı’ şeklinde bir itiraz geliştirmedi. Onlar, dinlemelerin içeriğinin suç olmadığını savundu. Yani, Yüce Divan’daki davanın ne açılış biçimi ne de kullanılan yetkilerin ÖYM’deki soruşturmalarla ilgisi yok.
    Öte yandan, Yüce Divan’ın kararı hukuki açıdan da tartışmalı. HSYK müfettişleri, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu’na göre soruşturma yapıyor. Kanunun 17. maddesi müfettişlerin, yargı mensuplarıyla ilgili nasıl soruşturma yapacağını düzenliyor. Burada, Yüce Divan’ın “yetkisiz dinleme” dediği konuya da değiniliyor ve “Müfettişler, savcıya tanınan tüm yetkileri (dinleme dahil) kullanabilir.” diyor. AYM’nin, delillere niçin ‘usulsüz’ dediğini gerekçeli kararda öğreneceğiz. Ancak bu karar Ergenekon davasını etkilemiyor. Çünkü o dosyada müfettiş kararıyla yapılmış bir dinleme ya da benzeri durum yok. Ama AYM kararının gerekçesi, bundan sonra yargı mensuplarının soruşturulması konusunu doğrudan ilgilendirecek.





http://www.zaman.com.tr/null/haber-analiz-yuce-divanin-karari-ergenekonu-etkilemez/2031591.html

13 Aralık 2012,Silivri'den CNN TURK 5N 1K programına Ergenekon bağlantısı...

http://tvarsivi.com/zaman-gazetesi-muhabiri-busra-erdal-ile-ergenekon-davasi-ile-ilgili-ayrintilar-aktariliyor-13-12-2012-izle-i_2012120365207.html

Pazar, Aralık 16, 2012

Bir başörtülünün renklerle imtihanı...

Sonda söyleyeceğimi başta diyeyim de, “bir başörtülü her renge aşık olabilir, ama evlendiği renk Siyah olmalı”… Başörtülü olarak bir yılımı doldurmuşken birkaç şey söyleyeyim.
Tabi takvaya, başörtülünün nasıl giyinmesine dair değil, haddime değil çünkü. Bunlar zor şeyler biraz da insanları yargılamak benim işim değil. O nedenle işte skinny jeans giyme, bonesiz başörtü takma, dizaltı etekler, file çoraplar, makyaj ve janjanlı elbiseler gibi tartışmaya girmeyeceğim. Bunu herkes vicdanına göre ve kültürüne göre değerlendiriyor.
Allah da kimsenin niyetini sallantıya düşürmesin. Benim bahsedeceğim daha çok renk kombinleri, klasik parçalar ve şık ve tesettür adına daha iyi neler olabileceği… Kılık kıyafet konusu hep benim önceliğim olmuştur.
Üniversitede Beyoğlu'nda Aznavur, Terkos pasajlarından farklı ve güzel kıyafetler arayışı, İstiklal’deki “Uğurböceği” abiden alınan hint kıyafetleri ile oluşturulan zaman zaman hippi ve 70’lerin çiçek çocuklar tarzları…
Püsküllü elbiseler,tişört içine giyilen bilumum farklı switler, kocaman kolyeler,yüzüklerle dolu parmaklar, renkli palyaço botları…ile bir hukuk fakültesi öğrencisine hiç benzemediğim doğrudur. Sonra bir mesleğe girme, gazetecilik, stajyer avukatlık ve bir dizi farklı gerekçe nedeniyle bu çiçek kız tavrımdan çıkıp daha klasiğe geçiş yaptığım da. Bunlar hepsi bir tarafa kılık kıyafet konusunda en büyük farklılık tabi ki başımı örttükten sonra oldu.
Aslında ciddi bir karar ve sadece kendin hakkında değil bir gardrop kıyafetle ilgili de karar veriyorsun. Diz altı elbiseler, fakir kollu hırkalar, kalem etekler, kapri pantolonlar, fularlar ve en sevilesi küpeler… hep arşive kaldırılmış eserler gibi kalıyor bir köşede. Yeni bir kıyafet tarzı başlıyor.
Eskiden bir kıyafeti almam için tarzını ve rengini beğenmem yeterdi. Başörtüsünden sonra her beğendiğin rengi alamıyorsun. Etek uzun olacak, pantolon bol olacak, kazak ve kolları uzun, yakası kapalı… çok çeşitli şartların bir arada olması lazım.Orası burası açık kıyafetleri aldıktan sonra içine bir şey giyme, üstüne başka bir kıyafet giyme durumuyla lahana bebeğin yürüyen, sokakta gezen haline dönüşmek işten bile değil.
Hele içine ya da üstüne hiç olmayacak bir renk, ya da tarzda giyince, görüntü kabus… Bu nedenle tek parça, 2 parça hadi 3 oldu ama kesinlikle 4 parça görünümlü kıyafet tarzından kaçınmak gerekiyor.
Bir kadın üzerinde başörtüsü zaten en fazla 4. Parça olmalı. O da 3’üncü parça ile aynı renk ya da çok benzer kumaş ya da renk olması koşuluyla. Tesettürde şıklık genel olarak az renkle daha kolay. Eskiden pembesini aldığım bir kıyafetin artık daha çok siyahına bakıyorum. Temelde neon renkler ile başörtü bir araya kolay gelemiyor.
Çünkü bu durumda rüküş olmak çok kolay, şık olmak ise bir o kadar zor. Yani mümkünse de gelmesin. Ayaklı florasan lambası olmayı kimsenin canı istemez heralde. Başörtüye yakışan, daha zarif ve şık gösteren siyah. Siyahı bej, turuncu, pembe, beyaz, camel, bordo gibi farklı renklerle kombin etmek daha kolay.
Başörtülü olduktan sonra tek parça uzun bir siyah elbise ya da bir siyah eteğin nasıl da kurtarıcı, nasıl iyi bir ana parça olduğunu keşfettim. Bir de desenli kıyafetlerde seçim önemli. Klasik burberry, kaz ayağı, leopar… gibi desenlerde kıyafet giyiyorsak da, diğer bütün parçalar tek renk olmalı. Başörtüsü de artık ya siyah ya da o desene iyi giden bir renk ama kesinlikle desenli değil. Kot pantolonun temel alındığı spor kıyafette ise, renkler daha özgür kullanıma açık.
Gelsin pembeler, uçuk maviler…Yani benim geldiğim nokta bu. Adım “pembe” renk ile çıkmışken, siyaha yöneldim. Yine diğer renkler hayatımızda olacak tabi ki, ama bir başörtüsü sadece başörtüsü değil, çok şeyi değiştiriyor ve buna renklerden başlıyor…En renkliyken birkaç rengin sınırına ama huzurlu bir yere dönüş… 



[HABER iZLENiM] Bu filmi, Balyoz’da görmüştük (14 Aralık 2012)

BÜŞRA ERDAL Mütalaa aşamasına gelen Ergenekon davasında dün yaşananlar, “Biz bu filmi daha önce görmüştük.” dedirtti. Kısa bir süre önce Balyoz davasında aşina olduğumuz ‘yargıyı kilitleme’ taktiğinin farklı bir versiyonu, Silivri’de uygulamaya konuldu. Sanık avukatları, dün CHP’li milletvekilleri ve İşçi Partililerin desteğiyle yargılamayı durdurmak için her yolu denediler. Sloganlar atarak ve masalara vurarak duruşmayı yaptırmadılar. Yıllardır duruşmalara uğramayan birçok sanık avukatı ile kalabalık izleyici grubu, günlerdir yapılan çağrıya uyarak dün Silivri’deki mahkeme salonunu doldurdu. Bu durum, sanıkların da dikkatini çekti. Tutuksuz yargılanan Erol Mütercimler, mahkemenin salondan çıkarma kararına direnen izleyicilere, “Siz yıllardır neredeydiniz? 2008’den beri burada olsaydınız dava bu hale gelmezdi.” diye seslendi. Mütercimler’in dediği gibi, Cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi ‘bindirilmiş kıtalar’, sabah erken saatte Silivri’ye geldi. Uzun zamandır birkaç avukat ve bir elin parmakları kadar izleyicinin takip ettiği duruşmaya dün 100 civarında sanık avukatı katıldı. İstanbul, Ankara gibi barolardan avukat temsilcileri ile CHP milletvekilleri duruşmada yer aldı. İki hafta aradan sonra başlayan duruşmada, savcıların esas hakkındaki mütalaası açıklanacaktı. Bu açıklanmayınca mahkeme heyeti birleşen bir davanın iddianamesinin okunması ile yargılamaya devam etmek istedi. Bu da normal bir uygulama. Ancak sanık avukatları bu birleştirme kararına karşı söz hakkı istedi. Mahkeme heyeti de 100 civarında avukatın konuşması halinde duruşmanın yapılamayacağı gerekçesiyle söz vermedi. Yazılı beyanda bulunulmasını istedi. Ama sanıklardan Sevgi Erenerol’un avukatı duruşmada slogan atınca ortam gerildi. İlk başta sadece Erenerol’un avukatı ile birlikte birkaç avukat tepkisel bir duruş sergiledi. Ancak gazetecilere ayrılan yere oturan CHP’li vekiller de, “ayağa kalksanıza” diye diğer sanık avukatları kışkırttı. Böylece avukatlar hep birlikte ayağa kalktı. Protestolar sebebiyle duruşmaya üç kez ara verildi. Mahkeme heyeti, en sonunda, protestolara rağmen yargılamaya devam etmek amacıyla davayla birleştirilen dosyanın iddianamesinin okunmasına başladı. Fakat bu sefer de sanık avukatları masalara vurup, hakimin iddianameyi okumasını engelledi. Daha ikinci kez duruşmaya gelen İlker Başbuğ gibi sanıklar salonu terk etti. Bu sırada salondan çıkarılan izleyiciler de kapılara yüklenip içeri girmeye çalıştı, jandarma görevlileri zor engelledi. Duruşmaya ara verildiğinde ise CHP Milletvekili Mahmut Tanal’ın, salondan çıkan sanık avukatlarına “Valla bura Meclis olsa ben şimdi koşmuştum kürsüye, indirmiştim onu (hakimleri), ama burası sizin alanınız.” dediği duyuldu. Bu sözler, Silivri’de kaba kuvvetle bir yargılamanın nasıl engellenmeye çalışıldığını açıklamış oldu. Bir duruşma günü boşu boşuna hiçbir işlem yapılmadan geçti. Bu durum da ‘yıllardır dava uzuyor, sanıklar haksız yere tutuklu’ diyen çevrelerin samimiyetinde ciddi bir soru işareti oluşturdu. Bir davayı daha kilitleme taktiği başlatılmış oldu. http://www.zaman.com.tr/manset/haber-izlenim-bu-filmi-balyozda-gormustuk/2028522.html

Pazartesi, Kasım 05, 2012

PARİS 2...^^

“tuhaf” kelimesini seviyorum, iyi ve kötü arasında muğlak,hem güzel hem de çirkin için kullanılabilecek eşsiz bir kelime. yemyeşil, sisli ve içinden yol geçmeyen bir orman gibi. paris de, tuhaf bir şehir. insanları, “paris’i sevenler ve sevmeyenler” diye ikiye ayırıyor. görüp de paris’e karşı hissiz kalana pek denk gelmedim. paris’ten önce başka bir şehri çok sevmişse biri, paris’e şans vermeyebilir. Ama sevdiği şehir yoksa, o zaman paris, “ilk görüşte aşk” şehridir. ilk gidişimde, daha çok haritada gidilmesi- görülmesi gerekli yerleri gezdim. ilk durak champs elysees, eiffel kulesi, louvre müzesi,notre dame kilisesi, la fayette… filan ve alışveriş… paris deyince akla ilk gelen louis vuitton ve ilk gidişim anısına la fayette'taki louis vuitton’dan bir çanta kendime hediye. ilk geliş bu ritüellerle dolmuştu. paris’le bir “tanış” olma hali. ikinci gelişimde ise, paris’le dost-ahbap olduk. bu yüzden, havalimanından tanıdık yollardan geçip otele geldim. eşyaları bıraktığım gibi ilk durağım champs elysees… ilk gelişimde, paris’le vedalaşmayı oradan yapmıştım. bu sefer de “merhabam” olsun istedim. yani “ayrıldığın yerden devam et ki, aradaki zaman yokmuş, hiç ayrılmamışsın” gibi… bitiştekinin aynısı, Paul’de mozeralla peynirli, pesto soslu bir sandviç, çay, üstüne kahve… ilk Paris akşamı ve ilk yemek. öyle işte, insan bugünü geçmiş güzel anlara bağlamak, arada geçen zaman yokmuş gibi, bıraktığı noktadan başlamak istiyor. da da benim tarzım bu (; neyse, sonra mütevazı akşam yemeğiyle birlikte başlayan yağmur. ve birkaç mağaza tavafı derken, “ kırmızı şemsiyeli kız” Paris sokaklarında…. yaşadıklarımız, biz onlara ne kadar anlam yüklersek o kadar anlamlı. az kalabalık caddeler, anlamadığım fransızca konuşmalar, caddelerdeki kafeler ve kafe önlerinde yönü caddeye doğru sandalyeler... paris’te bir kafenin önünde oturursan, karşı karşıya değil, yan yana olmak zorundasın. iki kişi birbirine değil, karşıya, aynı noktaya bakacak. Bu da “aşk iki kişinin aynı noktaya bakmasıdır” gibi bir klişe sözü de hatırlatıyor bana. Ya da bilmiyorum, belki de böyle bir söz yoktur da bir sakız falında okumuş olabilirim (; ilk gün, paris’taki gazeteci arkadaşlarla opera’da bir kafede kahve sohbeti. yağmur yağıyordu, karşımızda opera binası ve güzel bir kafe.(Burada parantez açayım, garsonlar çok kaba,sanki ne işin vardı da geldin, git evinde otur,tarzı bir ukalalık hali..) ama zaten paris’te tarihi ve güzel bina manzarası olmayan kafe de yok sanki. bu nedenle ki, 4 gün boyunca bütün gittiğim restoranları ve kafeleri çok sevdim. voltaire’den tut da Louvre’a kadar. Gidebildiğim ve görebildiğim her yerde mutlaka karşısında tarihi güzel bir bina, kilise ya da çok güzel bir otel olan kafeler. ilk gün Opera’dan sonra Saint Michel’de kitapçıya uğramak için yürürken daha önceki gelişimde dikkat etmediğim krepçileri gördüm. emre’nin eşi nerih ile bir güzel nutellalı krep yedik. ikindi saatlerinde elimizde kreplerimizle yürüdük ve akşam yemeğine kadar acıkmadım bu durumda. yürürken de yağmur da dinmişti artık. üniversite bölgesi olan saint michel’deydik, güzel kafeler vardı ama yarın uğrak yerim olacaktı daha çok. cadde üzerinde piyano çalan adam, güneşin batışı Eiffel kulesinin ardından, seine nehrine düşen ışıklar… artık turist modunda değildim belki ama yine de dayanamadım orada fotoğraf çektirdim. akşam ise, paris’in ünlü “esnaf lokantası” modeli chartier’deydik. Arkadaşım Hanife, güzel bir yere götüreceğini söyleyerek beni davet etti. metroda buluştuk. restoranın önüne geldiğimizde 30-40 metre kuyruk olduğunu gördük. önce bir vazgeçsek mi diye düşündük ama sonra , yok, biraz şansımızı deneyelim, dedik. İyi ki de öyle yapmışız. biz sohbet ederken sıra ilerledi. hatta daha önümüzde epey bir sıra varken garson gelip, “2 kişilik yer var?” diye sorunca sırada bize kadar başka “2 kişi” olmamasına çok sevinerek hemen içeri girdik tabi ki. masalar 4 kişilik olsa da, hiçbir sandalye boş bırakılmıyor. bizi orta yaşlı bir karı-kocanın yanındaki 2 boş sandalyeye oturttu garson. sonra menü. menü dediğimiz de öyle kocaman parlak kağıtlarda lüks bir şey değil. a 4 kağıda arkalı önlü yiyecek ve içecekler yazılmış. önce pırasa istedik, üzeri ekşi mayonez soslu. az yağ ile buharda pişmiş. uzun uzun kesilmiş. yerken de bıçak kullanmak zorunda kalıyorsunuz. sonra da anasonlu balık. oldukça sağlıklı bir yemekten sonra ortamın o tuhaf tarihi dokusu biraz fazla bizi orada tutsa da, birkaç kare fotoğraftan sonra yürüyerek lafayette yönüne gittik. orada yine bir kafeye oturduk. Bu saatlerde artık caddelerde insanlar azalmış. kilise manzaralı, tepesinde ısıtma cihazları bulunan kafenin dış tarafında, sandalyelerimiz caddeye dönük şekilde-artık klasik olan bu,alıştım- oturduk. kahvemizi içtik. gece yarısını geçerken de metroya gittik. paris’te en süper ve rahat ulaşım metro. benim otelin önünde de durak vardı zaten. ama gece 01:00’de metro seferleri bitiyor. bu saatten önce binmek lazım yani. ben de ona “metrolar balkabağına dönüşmeden” diyorum. yoksa taksilere kalıyorsun ve gece yarısından sonra tek başına bir taksiye binmek paris ya da başka bir şehir hiç akıllıca gelmiyor çünkü. bisiklet almak için de kart lazım ve gece vakti yolu bulmak zaten zor. o nedenle yine en iyisi metro ve kaçırmamak lazım. ama metro da çok orijinal bu saatlerde, daha çok alkollü, zıplayan, içki içen, gülen gençler… ve bir sonraki gün paris’i yaşamaya devam… sabah 07:00’de hava zifiri karanlık. bir an korku filminde, stefan zweig romanınındayım sanki. bu saatte nasıl karanlık böyle ve 08:00 olmuş daha yeni yeni aydınlık... ve bastıran yağmur. bu kez paris hep yağmurdu zaten benim için, müziği de kendinden… öğle saatlerinde arkadaşım ile buluşacaktık ben de o saate kadar yine bir kafede takılayım dedim. çok da uzakta değil, otelin karşı köşesinde. voltaire metro durağının dibinde, büyük bir meydana bakan kafe. cam kenarına bir masaya oturdum, dışarısı hakikaten soğuk. kahve ve kruvasan. kruvasanın ağızda mis gibi eriyen hali… epey bir yağmuru, yağmurda yürüyenleri seyrettikten sonra, paris camisi ve sorbonne üniversitesinin olduğu yerlere gittik. orada da krepçilerin şahı "greek kafe" diye hatırladığım küçük kafeye. Hayatımda yediğim en süper krep. içine mozeralla peyniri, kekik, yeşillikler, domates ile kocaman bir krep dürümü. hava da hala yağmurlu. krep yiyerek saint michel bölgesine doğru yürüdük. spor ayakkabılar yağmura pek gitmediği için gördüğümüz ilk yerde güzel bir bot aldıktan sonra günün geri kalanı için daha rahatım. saint michel’de güzel restoranlar ve kafaler var. biz de sıcak çikolatası çok ünlü olan- ki bunu hak ediyor- italyan bir tatlıcıya girdik. çikolata ve kahve üzerine ne ararsan var. üşümüşken ve şahane sıcak çikolata… sonra da sacré-cœur de montmartre… teleferikle yukarı çıkıp, çok güzel paris desenli mutfak eşyaları aldıktan sonra akşamın finali yaklaştı. o kadar soğuk ve yağmurdan sonra yürüyerek montmartre’den ayrılık… artık son gün paris’im… önce zaman paris bürosunu ziyaret ve akabinde ayıp olmasın diye lafayette galeries ziyareti. burada biraz dolaştıktan sonra bu kez opera’dan geçip, hem yürüyüp hem alışveriş yaparak concorde meydanına vardım ve artık saat 20:00 civarı idi. paris’te son akşamım. Champs Elysees’e gidip biraz alışveriş de orada yaptıktan sonra pizza pino’da akşam yemeği,ardından dondurma... sonra tekrar bir mağaza tavafı ve ardından bu kez starbucks’da bir kahve alıp otele dönüş. bu kez gece yarısını bulmadı gezim. yoruldum sanırım biraz da. ve paris’te son sabah… 3 gün kalmış ama seine nehrini görmemiştim hala. biraz seine kenarında yürüyüş yapıp, ekim’in ortasında dökülen sarı yapraklar, paul’de kahvaltı yaptım. bu arada masamda güvercinler uçuşuyordu. o kadar çok güvercin, alışmışlar yemek bulmaya. son bir kahve champs elysees’de ve tekrar paris’e veda, bir sonraki buluşmaya kadar…o kadar çok yememe rağmen tadı damağımda kaldı (;

Örgütün cezaevi talimatları havalandırmada çıktı

Örgütün cezaevi talimatları havalandırmada çıktı

Salı, Ekim 02, 2012

Balyozcuların savunma hataları batıyor

Balyozcuların savunma hataları batıyor

Balyozcuların savunma hataları batıyor- 1 Ekim 2012 / BÜŞRA ERDAL (AKSİYON DERGİSİ)

Balyoz davası, Türkiye’nin sivil mahkemede mahkûmiyetle sonuçlanan ilk darbe davası oldu. Ancak dava sürecinde süren tartışmalar kararın ardından da devam etti. Dava Yargıtay aşamasında olmasına rağmen mahkemenin kararı aleyhinde âdeta propaganda başlatıldı. Yargılamanın son 5 ayında mahkemeyi protesto ederek duruşmalara girmeyen, dolayısıyla sanıkları savunma hakkından mahrum bırakan avukatlar televizyon kanallarını dolaşarak başından beri dillendirdikleri iddiaları tekrarlıyor. Oysa aynı iddialar mahkemede de ifade edilmiş, fakat hem yargıçlar hem de kamuoyu nezdinde inandırıcı bulunmamıştı. Bazı gazete ve televizyonlar ise sanık yakınlarının acılı durumunu gündemde tutarak meseleye duygusal bir boyut kazandırmaya, bunun üzerinden kararın haksız olduğu kanısını oluşturmaya çalışıyor. Dolayısıyla ceza alan bazı üst düzey komutanların eş ve çocukları da bizzat tartışmalara dâhil ediliyor. Ancak bu kişilerin konuşması ilginç sonuçlara sebebiyet veriyor. Mesela karar aleyhinde konuşanların en çok gündemde tuttuğu konulardan biri darbeyi engellediği söylenen emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın mahkemede tanık olarak dinlenmemesiydi. Hem Özkök hem de Yalman basına kararla ilgili açıklamalar yaptı. Her ikisinin değerlendirmeleri karar aleyhinde olmayınca bu kez komutan eşlerinden farklı bir tepki geldi: “Artık sussunlar!” Bu arada Aytaç Yalman, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya darbeyi Özkök’ün değil kendisinin engellediğini açıkladı. CNN Türk’te konuşan emekli Koramiral Atilla Kıyat ise Özkök ve Yalman hakkında sert ifadeler kullandı. Her iki komutanın da artık orduda sevilmediğini iddia eden Kıyat, susmaları çağrısında bulundu. Seviyesi düşürülse de tartışmaların devam etmesi normal. Ancak kamuoyunun zihnini bulundurmak amacıyla ortaya atılan iddialara açıklık getirmek gerekiyor. İşte o temelsiz iddialardan bazıları: SEMİNER SUÇ MUYDU, DEĞİL MİYDİ? Davayla ilgili en gereksiz tartışmalardan biri bu. Daha iddianamenin başında, sanıkların kimlik bilgisinden sonra yazılı delil listesi var ve bunların arasında seminerin ses kayıtları da sayılmış. Seminer ses kayıtları suç delili. Bu kesin. Ama burada şunu ayırmak gerekiyor; seminer Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın (KKK) görevlendirmesiyle yapılıyor. Bir yıl önceden planlanmış seminer kapsamında Yunanistan’a karşı ‘Egemen Harekat Planı’ işlenmesi gerekiyor. Ama 1. Ordu, bunun yanında iç tehdide yönelik ‘Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’yu (OEYTS) işliyor. Yani normal şartlarda seminer bir rutin çalışma, OEYTS değil. Çetin Doğan, alt birimlere, 12 Aralık 2002’de OEYTS hazırlanması talimatı veriyor. OEYTS, ‘alternatif plan’ olarak hazırlanmaya başlanıyor. Zaten önceden belli olan 1. Ordu Komutanlığı semineri, darbe planının şemsiyesi oluyor. Altta gerçek plan, üstte göstermelik seminer. Bu açıdan Balyoz darbe planı iddianamesine göre ‘Seminer yapmak’ başlı başına suç konusu değil. Ama seminer içeriğinde konuşulanlar suça konu eylemin parçası. Aslında ‘Harp oyunu’ oynanması için KKK tarafından bir talimat verilmiş; ama gerçek kişiler ve yerler konuşularak (örtülü) darbe görüşülmüş. Seminere 162 asker katıldı. Bunlardan 15’i gözlemci. 162 askerden yaklaşık 50’si sanık olarak iddianamede yer aldı. Bu da seminere katılmanın değil, cunta faaliyetinde iradi olarak görev almanın suç sayıldığı anlamına geliyor. AYTAÇ YALMAN’IN BALYOZ PLANINDAKİ ROLÜ NE? DARBEYİ ENGELLEDİ Mİ? Kara Kuvvetleri Komutanlığı (KKK), seminerde dış tehdit konusunun işlenmesi talimatını veriyor. 1. Ordu, buna direnerek ‘iç tehdit’ konusunu gündemde tutuyor. Bu durum yazışmalara da yansıyor. KK Komutanı Yalman, 3 Ocak 2003’te “OEYTS’yi yapmayın.” diye emir veriyor. Ancak 1. Ordu seminere OEYTS’yi dâhil edeceğini bildiriyor. Bunun üzerine Yalman’dan dönüş olmuyor. Çetin Doğan, alt birliklere, OEYTS’ye yönelik alternatif harekat planı hazırlanması talimatı veriyor. Ama seminerle ilgili 17 Ocak 2003’te KKK’ya geçilen bilgilendirmede OEYTS’den bahsedilmiyor. Dolayısıyla darbenin konu olduğu iç tehdit konuşulmasına onay vermemek, Balyoz cuntasının faaliyetini fiilî olarak engellemeye çalışmak anlamına geliyor. Diğer yandan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Balyoz davası hükümlüsü Özden Örnek’in günlüklerine bakılırsa Yalman, demokrat düşünceye sahip değil. Hükümete muhtıra verilmesini bile öneriyor. Ama demokrat olmaması, bir darbe planını engellemesine mâni değil. Hukuk tekniğinde, suça elverişli eylemleri engellemede irade gösterilmişse, iradenin arkasındaki niyet sorgulanmaz. Yani, Yalman’ı, ‘Çok demokrat’ diye kutlamak ne kadar yersizse, darbeyi engellemede rolünün olmadığını ifade etmek de haksızlık olur. ‘SAHTE DİJİTAL DELİLLER’ İDDİASI NE KADAR GERÇEK? Balyoz davasıyla ilgili, ortalıkta dolaşan bir ‘sahte dijital delil’ iddiası var. Bu iddia ilk olarak 11 Mart ve 26 Mart 2010 tarihli askerî bilirkişi raporlarında ortaya atılıyor. Balyoz iddianamesinde 7 bilirkişi raporu var, bunlardan 4’ü askerî savcılıkça alınmış ve askerî bilirkişiler hazırlamış. 2’si TÜBİTAK biri de Emniyet’e ait. Askerî bilirkişilerin ‘sahtecilik’ iddiası karşısında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 2. kez TÜBİTAK’a yazı yazıp bu iddiaları incelemesini istiyor. TÜBİTAK, hazırladığı ikinci raporunda sahtecilik iddiasını doğrulamıyor. Yani, mahkeme aşamasında bu konuda TÜBİTAK’tan tekrar rapor alınması talebinin dayanaksız olduğu iddianameden açıkça anlaşılıyor. Zaten avukatların ileri sürdüğü iddialar daha hazırlık soruşturması kapsamında TÜBİTAK’a sorulmuş ve cevabı alınmış. TÜBİTAK, CD’lerdeki üst verilerin ve yazılımların 2002-2003 yıllarında kullanılanlara uyumlu olduğunu tespit ediyor. Bunun dışında, Balyoz planının bulunduğu CD’lerin tek oturumda kaydedildiğini ama sonradan oluşturulduğunda bilgisayarın saatinin geri alınarak da hazırlanmasının mümkün olduğunu bildiriyor. En büyük sorun, bu CD’lerin oluşturulduğu bilgisayarların elde olmaması. Eğer olsa, oradan daha net sonuç çıkacak. Ama Balyoz planı eklerinden anlaşıldığı üzere planı hazırlayanlara bilgisayarda iz bırakılmaması, silinmesi talimatı veriliyor. ‘Sahte dijital delil’ iddiasını boşa düşüren olaylardan biri de 6 Aralık 2010’da Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Karşı Koyma biriminin zemininde çıkan 1 No’lu CD. Bu CD’de Balyoz planının kopyası var. Karşı istihbarat veya kontrespiyonaj; istihbarat teşkilatı tarafından yapılan hasım ve düşman haber alma teşkilatlarının kendilerine karşı bilgi toplama ve elde etmelerini önleme faaliyetleri anlamına geliyor. Dolayısıyla, Balyoz semineri ve eklerinin ele geçirilme ihtimaline karşılık bu birimde bir faaliyet yapılmış olması imkân dâhilinde. ‘Sahtecilik’ iddialarına bir de bu açıdan bakmak lazım. ASKERÎ BİLİRKİŞİ DE ‘SEMİNER SES KAYITLARINA GÖRE DARBE PLANI’ DEDİ 1. Ordu Askerî Savcılığı’nın soruşturması kapsamında Binbaşı Ahmet Erdoğan’ın Şubat 2010’da hazırladığı rapor askerî açıdan Balyoz planına bakışı anlatıyor. Raporda, dokümanların gerçek olması hâlinde, bazı siyasetçilerin fotoğraflarının kullanılması ve seminer ses kayıtlarında da silahlı kuvvetlerin yetki alanı dışına çıkan konuşmalara rastlanılması nedeniyle darbe planı olduğu söyleniyor. Raporun sonunda da ilginç başka bir tespit var: “Evrak ve bilgi güvenliği kapsamında yazılı olarak yeterli tedbir alınmasına rağmen uygulamada aksaklıkların yaşandığının açık olduğu ve karargâh dışına çıkarılan belgelerin bütünlük arz etmesi nedeniyle belgelerin başlangıçtan itibaren bilinçli ve uzun döneme yayılarak kaçırılmış olabileceğinin tespit edildiği belirtilmiştir.” Yani, bilirkişi 19 CD’deki Balyoz delillerinin bir bütün olduğunu söylüyor. Bu açıdan sahtecilik iddialarına büyük bir darbe vuruluyor. YARGILAMA ADİL MİYDİ? DELİLLER TAM TOPLANDI MI? En çok tartışılan konuların başında adil yargılama yapılıp yapılmadığı geliyor. Bu durum teknik hukuk anlamında en kolay açıklanabilecek konu. Mahkeme, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) belirtilen usullere göre yargılama yapıyor. CMK’ya göre, sanıklara, avukatlarına savunma hakkı verildi, duruşmaya getirdikleri tanıkların, bilirkişilerin büyük kısmını dinledi. Ama bir süre sonra aynı konuyu anlatması için daha çok bilirkişi getirilmek istenince, mahkeme ‘usul ekonomisi ve yargılamaya faydası olmayacağı’ gerekçesiyle bu talepleri reddetti. Tanık olarak, Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök’ün dinlenmesi istendi. Özkök’ün dava sırasında ve sonrasındaki açıklamaları ortada. Özkök, sanıkların seminerde amacı aştığını, yargılamanın da hukuki olduğunu, gelinen noktada herkesin ders alması gerektiğini söylüyor. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman ise, net bir ifadeyle “Darbeyi ben önledim.” diyor. Belli ki, ‘mahkeme, istediğimiz tanıkları dinlemiyor’ kampanyası ile yargılamaya gölge düşürülmek isteniyor. Delil değerlendirmesi konusu da en çok dile getirilen argümanlardan. Bu, mahkeme heyetinin dâhil olduğu bir süreç değil. Sanıklar delilleri çürütmeye çalışır savcı da buna cevap verir. Mahkeme, delillere ilişkin hükmünü sonuçta belirler. Hükümden önce söylerse ‘ihsas-ı rey’ olur. Zaten yargılamada, mahkeme heyeti “Delillere ilişkin konuşun.” dediği hâlde, sanıklar bu süreci karambole getirdi. Aslında delil tartışması denilen şey, ‘savunma, çapraz sorgu’ bütünü. Burada tüm delillere cevap veriliyor. Savcı ve mahkeme heyeti soru soruyor. Bunların hepsi tutanaklarda mevcut. 7 ayrı bilirkişi raporuna rağmen sanıkların TÜBİTAK’tan rapor istemesi de yersiz. Yargılamaya baştan sona bakıldığında, ortalama olarak CMK’nın bütün gereklerinin yerine getirildiği görülüyor. HAPİS CEZALARI NEYE GÖRE VERİLDİ? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 3 ayrı Balyoz iddianamesinde yasaya göre, ‘darbeye eksik teşebbüs’ten 15 ile 20 yıl arası hapis cezası istendi. Mahkeme de, bu rakamlar arasında ceza verdi. Balyoz planında ‘Sıkıyönetim komutanı’ olarak adı geçen Çetin Doğan, Suga’nın başındaki Özden Örnek ve Oraj’ın başındaki Halil İbrahim Fırtına üst sınırdan ceza aldı. Daha sonra seminerde sunum yapan ve o sırada planın icra edilmesi için idare bölümünde olan general ve albaylardan oluşan 79 sanığa ikinci dereceden 18 yıl ve son olarak uygulayıcı ve çoğu albay olan sanıklara 16 yıl hapis cezası verildi. 216 sanığa da yasada belirtilen alt sınıra yakın ceza verdi. Mahkeme cezalandırma yoluna giderken dayandığı hukuki gerekçeyi şöyle açıkladı: “Elverişli vasıtalarla icraya başlandı, konumları darbe yapmaya elverişli idi ve her türlü imkan vardı ancak ellerinde olmayan nedenlerle darbeyi yapamadılar.” Darbe suçu gerçekleştiğinde çok ağır neticelere sebep vereceği, sanıkların bundan pişman olmadığı için mahkemenin üst sınırı baz aldığı anlaşılıyor. Bir de mahkeme 325 sanıktan sadece 29’una iyi hâl indirimi yaptı. Bunda da, sanıklar ve avukatların mahkemeye yönelik hakaretleri, hukuka aykırı protestolarının etkili olduğu düşünülebilir. Cezalandırmada, ‘hiyerarşi’ konusunun dikkate alınmadığı, albayla generalin aynı cezaya çarptırıldığı eleştirisi de yersiz. Çünkü, dava dosyasındaki delillere göre, 27 Mayıs’taki gibi belirli görevlendirme yapılan ve bunu kabul eden subaylardan oluşan cunta var. 12 Eylül gibi hiyerarşik bir darbe değil. Bu nedenle sanıklar rütbeye göre değil, cuntadaki rollerine göre ceza aldı. SUÇUN HUKUKİ NİTELİĞİ TARTIŞMALI MI? Ortaya atılan bir başka iddia, Balyoz sanıklarının eylemlerinin ‘hazırlık aşaması’ mı yoksa ‘eksik teşebbüs’ mü olduğu. İddianamede bu konu ayrıntılı değerlendirmeye tabi tutulmuş. Eski TCK 147’ye uygulanan teşebbüs maddesi ile yeni TCK’nın 312’nci maddesi karşılaştırılmış. 1889 yılında İtalyan Ceza Kanunu’nda ilk kez düzenlenen 147’nci maddenin sanıkların lehine olduğuna hükmedilmiş. Bunun yanında, ‘darbe teşebbüsü’ suçu mu ‘suç için anlaşma’ mı olduğu incelenmiş. Teşebbüs aşaması için ‘cebir ve şiddet’ şartları var. Bazı hukukçular, burada cebir olup olmadığının Yargıtay tarafından inceleneceğini belirtiyor ve soru işareti koyuyor. İddianamede ‘maddi ve manevi cebir’ ayrımına dikkat çekilmiş: “Cebirden maksat failin maksadını sağlamak üzere hukuk dışı, meşru olmayan vasıtaların kullanılmış olmasıdır. Bu vasıtalar maddi cebir, manevi cebir, baskı, tehdit, hile ve benzeri şekillerde olabilmektedir.” İddianamede önemli sayıda TSK mensubunun, astlarıyla beraber bir plan yapması ve hazırlıklarını fişlemeler, atılacaklar, alınacaklar, tutuklanacaklar şeklinde sürdürmesinin, soruşturma konusu suçların icrai hareketlerinin başlaması için yeterli olduğu değerlendiriliyor. Aksi takdirde kanun koyucunun bu suçlarda elde etmek istediği hukuki yarar ile varılan sonuç arasında bir tutarsızlık olacağı, suçun icrai hareketlerinin başladığı, dolayısıyla teşebbüs aşamasının gerçekleştiği kanaatine varıldığı ifade ediliyor.

Salı, Eylül 25, 2012

Yazarlar Ekrem Dumanlı Ne gereği vardı? ZAMAN

Yazarlar Ekrem Dumanlı Ne gereği vardı? ZAMAN

Bayramoğlu’nun öfkesi niye? 24 Eylül 2012 / EMİN AKDAĞ (AKSİYON DERGİSİ)

Gazeteci Ali Bayramoğlu, eski yazarımız. Bir süre önce dergiyle yolları ayrıldı. Epeydir Yeni Şafak’ta yazıyor. Demokratlık gömleğini üzerine yakıştıranlardan. Yer yer çizgisiyle çelişen galiz davranış bozuklukları içine giriyor son zamanlarda yalnız. Sonuncusu, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV), “Referandumdan Sonra HSYK” başlıklı raporunun basına anlatıldığı toplantıda gerçekleşti. Zaman muhabiri Büşra Erdal’a yönelik tavrı ve sözleri asla kabul sınırlarında değil. “Siz insanları karalayan bir tetikçisiniz. Cemaat sizin gibi insanlar yüzünden karanlık yerlere gidiyor.” ifadelerini muhatap kıldığı Erdal, yargı konusunda deneyimli, hukuk mezunu meslektaşımız. Tek suçu, soru-cevap bölümünde özel yetkili mahkemelerle alakalı “Savcılar geçmişte 13 Eylül, Şemdinli gibi soruşturmalarda görevlerinden alındı. Yargıda bu konuda travma oluştu. Son olarak çok önemli davalara bakmış ÖYM’lerin kaldırılması bugünkü hakim-savcılar üzerinde nasıl bir etkiye neden olabilir? Bu konuda HSYK’nın yaklaşımı nasıl yansıdı toplantıya? ” mealinde bir sual yöneltmesi. TESEV çalışmasına dahil tek konuşmacı Bayramoğlu’ndan cevap: “Ben sizin görüşlerinizi biliyorum, o konuda angaje bir gazetecisiniz.” Sonrasında da hakaretvari saçmalıklar. Bayramoğlu’na bir soru da bizden: Erdal’ın haberlerinin yayımlandığı Zaman yönetim ve editöryasını yok mu sayıyorsunuz? Ya da...

EKREM DUMANLI: ALİ BAYRAMOĞLU, HER FIRSATTA ATILIP "CEMAAT" DÜŞMANLIĞI YAPIYOR...(24.09.2012-ZAMAN)

Köşesinde özür dilemeseydi, konuyu ayrıntısıyla burada irdeleyecektim. Ali Bayramoğlu, son dönemde inanılması güç bir dönüşüm yaşıyor. Her fırsatta öne atılıp "cemaat" düşmanlığı yapıyor. Geçen gün yargı muhabirimiz Büşra Erdal'ın basit bir sorusuna saldırgan cevaplar verdi. Ne gariptir ki Balyoz sanıklarının yakınları da Silivri'de aynı muhabirimize saldırdı. Sakin olmak, mantıklı konuşmak gerekiyor. Öyle olmadığında hem kötü söz, sahibini mahcup ediyor; hem de insanları hedef göstermiş oluyorsunuz. Değmez ki... http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1030

[Haber Analiz - Büşra Erdal] Babalık hakkından mahrumiyet, sanık yakınlarının menfaatine (ZAMAN-23.09.2012)

Balyoz darbe planı davasında verilen hapis cezaları kadar bunun devamı olan 'hak mahrumiyeti' kararları da tartışma konusu oldu. Mahkeme, 325 sanığa çeşitli cezalar verirken, bunlara ek olarak 'babalık ile kocalık hak mahrumiyeti' şeklinde hükme vardı. Bu karar, özellikle sanık yakınları tarafından eleştirildi, 'haksız bir karar' olarak kamuoyuna yansıtıldı. Halbuki bu, ceza kanunlarında uygulaması olan ve sanık yakınlarının menfaatine bir düzenleme. Hem ceza hem de medeni hukuk profesörleri, bu uygulamanın sanık yakınlarını korumak için konulduğunu belirtiyor. Balyoz davasında ilk kez gündeme gelmiş gibi kamuoyuna yansıtılan bu durumun aslında hapis cezasıyla sonuçlanan davaların rutini olduğunu vurguluyorlar. Balyoz darbe planı, 2002-2003 yılındaki eylemlere dayandığı için yargılama o dönem yürürlükte bulunan ve sanıklar lehine olan 765 sayılı TCK'ya göre yapıldı. Madde 33'te, "Beş seneden ziyade ağır hapse mahkûm olan şahsın ceza müddeti zarfında babalık hakkından ve kocalık sıfatının bahşettiği kanuni haklardan mahrumiyetine de hüküm verilebilir." deniliyor. Şu an yürürlükte olan 5237 sayılı TCK madde 53'te de "seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasî hakları kullanmaktan, velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan" mahrumiyet kararı verileceğini düzenleniyor. Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. Mahmut Koca, "medeni hakların kısıtlanması" durumuyla ilgili, "Özellikle velayet, vesayet ve kocalık gibi haklardan yoksunluğun amacı, bu ilişkinin diğer tarafının haklarını korumaktır. Sadece bu yargılamaya özgü değildir." diyor. İstanbul Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Halil Akkanat da kararı normal görenlerden. Akkanat, şöyle konuşuyor: "Ceza Kanunu'na, böyle bir hüküm konulmasının nedeni o şahsı cezalandırmak değil, dışarıdakilerin menfaatine. Diyelim ki, bir çocuğun yurtdışına çıkması için anne ve babanın noterden yazı alması gerekir. Baba içerideyken nasıl alacak? Medeni Kanun'da, anne ile babanın birlikte kullanmasını gerektiren bazı hak ve yükümlülükler var. Baba içerideyse eğer, babanın hakkı kalkıyor ki, anne tek başına işlem yapabilsin."

Pazar, Eylül 23, 2012

[Haber Analiz - Büşra Erdal] Ağır sonuçları olan darbeye ağır ceza...(ZAMAN-23.09.2012)

Balyoz davasında mahkeme, 365 sanıktan 324'ünü 'hükümete yönelik darbeye eksik teşebbüs', bir sanığı da suç evrakı gizlemek suçlarından mahkûm etti. Balyoz kararını, mahkemenin gerekçeli kararını açıklamasından sonra daha iyi anlayacağız. Ama ondan önce kısa karar da gerekçeli karara dair ipuçları içeriyor. Mahkeme 'sahte delil' iddialarına prim vermedi. Sanık tarafı savunmasında Balyoz planı ve eklerinin bulunduğu 11, 16 ve 17 No'lu CD'lerin sahte olduğunu ileri sürse de, mahkeme sonradan ele geçen deliller nedeniyle buna itibar etmedi. Malum İstanbul Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen'in, 6 Aralık 2010'da Gölcük Donanma Komutanlığı'nda askerlerle birlikte kamera kaydıyla yaptığı aramada 9 çuval belge bulunmuştu. Bunlar arasında 1 No'lu CD vardı. 11 No'lu CD ile aynı içeriğe sahip bu CD, sahtecilik iddialarını çürüttü. Sanıklar, CD'lerin bilirkişi tarafından yeniden incelenmesini istedi. Ama bu CD'lerle ilgili soruşturma safhasında TÜBİTAK ve askeri bilirkişi raporları hazırlanmıştı. Şubat 2010 tarihli askerî bilirkişi raporunda belgelerin gerçek olması halinde çalışmanın 'darbe planı' olduğu belirtiliyordu. TÜBİTAK raporu ise CD'lerdeki üst verilere göre oluşturma tarihinin 2003 olduğu ve tek oturumda kaydedildiği bildiriliyordu. Sanıkların istediği gibi CD'lerin yeniden incelenmesinin dosyaya katacağı yenilik yoktu. Çünkü kesin sonuç için bunların hazırlandığı bilgisayarları bulmak gerekiyordu. Genelkurmay'dan da bu yönde bir katkı olmadı maalesef. Mahkeme de, bu CD'leri diğer delillerle bir arada değerlendirmiş olabilir. Bunun dışında, eski Genelkurmay başkanları Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt gibi dönemin üst düzey komuta kademesinin sanıklar aleyhine ifade vermesinin de mahkemenin kanaatini önemli ölçüde etkilediği söylenebilir. Sanıklar, Özkök ve eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın duruşmada tanık olarak dinlenmesini istedi. Mahkeme kabul etmedi. Bazı generallerin tanık olarak çağrıldığı halde Özkök ve Yalman'ın neden dinlenmediği soruluyor. Çünkü, duruşmada Balyoz planıyla ilgili belgelerin altında parafı ya da imzası olan generaller (Başbuğ ve Kalyoncu) dinlendi. Özkök ve Yalman'ın dosyayla bu şekilde somut bağı yoktu. Sonuç olarak mahkeme, dosyadaki balyoz CD'lerinin, seminer ses kaydı ve tanık ifadelerinin mahkûmiyete yeterli olduğuna kanaat getirdi. Mahkeme, planları yaptıran komutanlar Çetin Doğan, Özden Örnek ve Halil İbrahim Fırtına'yı en üst sınırdan 20 yıl hapisle cezalandırdı. Daha sonra seminerde sunum yapan ve o sırada planın icra edilmesi için idare bölümünde olan generallere de 2. dereceden 18 yıl ve son olarak uygulayıcı ve çoğu albay olan sanıklara 16 yıl hapis verdi. 225 sanıktan 29'una iyi hal indirimi yaptı. Bunda da mahkemeyi yok sayma, hakaret, hukuka aykırı protestoların etkili olduğu düşünülebilir. "Elverişli vasıtalarla icraya başlandı, konumları darbe yapmaya elverişliydi ve her türlü imkan vardı, ancak ellerinde olmayan nedenlerle darbeyi yapamadılar." tespitini yapan mahkeme, 'eylemleri eksik teşebbüs aşamasında kaldı, olay gerçekleştiğinde meydana gelecek ceza ve tehlikenin ağırlığı, kasıt ve kusurlarının yoğunluğu, güttükleri amaç ve olaylardaki konumlarının' da dikkate alındığını açıkladı. Burada da, darbe suçu gerçekleştiğinde ağır neticelere sebep vereceği için mahkemenin, üst sınırı baz aldığı görülüyor. Kararla ilgili ajitasyon yapılan bir konu da, babalık ve kocalık gibi haklardan mahrumiyet kararı. Ama bu yasal zorunluluk. Her mahkeme, ağır hapis verdiği mahkumlar için 'kamu hizmetinden müebbeden yasaklama, hapis halleri bitinceye kadar yasal kısıtlılık hali, bu süre boyunca babalık ve kocalık sıfatının verdiği hakları kullanmaktan mahrumiyet' şeklinde karar verir. Sadece Balyoz'a özel değil yani.

Gündem Balyoza tarihî ceza ZAMAN

Gündem Balyoza tarihî ceza ZAMAN

Çarşamba, Eylül 19, 2012

[Haber İzlenim] Ali Bayramoğlu'nun tahammülsüzlüğü... (ZAMAN)

Gazetecinin, haber alma özgürlüğü sadece bürokrasi, yargı ya da başka fiilî güçler tarafından engellenmiyormuş. Bir gazetecinin haber alma özgürlüğü yine başka bir gazeteci-yazar tarafından, şahsî husumet nedeniyle, gazeteciye hakaret ederek de kısıtlanabiliyormuş. TESEV'in dünkü toplantısında bunu yaşadım. Daha önce tanışıklığım olmayan gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu, toplantı başlıkları arasında olan özel yetkili mahkemeler ile ilgili bir sorum üzerine, "Sen angajesin!" diye başladığı sözlerini, 2-3 dakikalık konuşmasında 5 kez 'tetikçisin' diyerek bitirdi. Haber için gittiğim bir toplantıyı, haber yapamadan, bizzat toplantıyı yapan kişilerden birinin hakaretlerine maruz kaldığım için terk etmek zorunda kaldım. Olay şu: TESEV'in 'Referandumdan sonra HSYK' başlıklı toplantısında moderatör Ali Bayramoğlu, yazar Etyen Mahçupyan, hukukçular Reşat Petek ve Mehmet Uçum konuştu. Sonra sıra soru-cevap bölümüne geldi. Ben de raporda yer alan 'özel yetkili mahkemeler' ile ilgili bir soru sordum. HSYK ile yapılan çalışmaya iştirak edenlerden sadece Bayramoğlu konuşmacı olduğu için sorumu ona yönelttim. Bayramoğlu'na, "Savcılar geçmişte 12 Eylül, Şemdinli gibi soruşturmalarda görevlerinden alındı. Yargıda bu konuda travma oluştu. Son olarak çok önemli davalara bakmış ÖYM'lerin kaldırılması bugünkü hakim-savcılar üzerinde nasıl bir etkiye neden olabilir? Bu konuda HSYK'nın yaklaşımı nasıl yansıdı toplantıya?" mealinde soru yönelttim. Bayramoğlu, "Sizinki bir görüş. Ben sizin görüşlerinizi biliyorum ayrıca o konuda çok angaje bir gazetecisiniz. Herkes böyle düşünmüyor. Özellikle İbrahim Okur (HSYK 1. Daire Başkanı) ve arkadaşları dahil olmak üzere Türkiye'nin son 10 yılda siyasî anlamda bir iddianame çöplüğü haline geldiği kanaatini taşıyor." diye cevap verdi. Konuşma sadece 'angaje' ile sınırlı kalsa iyi. Görüşlerimi beğenmediği için bu şekilde konuştuğunu düşünebilirim. Ama Bayramoğlu bununla yetinmedi. Sözü ÖYM'lere ilişkin yazdığım tweet'lere getirdi. Yazdıklarımla ÖYM'lere karşı olanlara karalama kampanyası yaptığımı, kendisiyle ilgili 'yüzlerce şey' yazdığımı ileri sürdü. Son 4-5 aylık yazdıklarıma baktım; Bayramoğlu'nun ÖYM karşıtlığı ile ilgili tek bir tweet'im yok, sadece bir kez 13 Temmuz 2012'de KCK sanığı Büşra Ersanlı ile ilgili bir yazısı üzerine tweet atmışım. Bahsettiği gibi yazılmış 'yüzlerce şey' yok. Tabii ki konuşma burada kalmadı. Bayramoğlu'nun sözlerinden sonra ben de, "Sayın Ali Bey ile ilgili ben hiçbir şekilde gazeteye yazı yazmadım. Sadece tweet'lerimde bir-iki yazdığım şeyi cemaatin tetikçisi şeklinde söylemesi çok ağır bir itham. Ben cemaati temsil etmiyorum, Büşra Erdal olarak gazeteciyim ve gördüğüm yanlış ya da katılmadığım şeyleri Twitter'da yazdım. Olay bundan ibaret." dedim. Bu sözlerimden sonra hızını alamayan Bayramoğlu, "Siz tetikçisiniz..." dedi. Ben ona bu nitelemesinin çok ağır ve haksız olduğunu hatırlattım. Bayramoğlu hâlâ, "Ağır olsun siz tetikçisiniz, insanları karalayan bir tetikçisiniz. Cemaat sizin gibi insanlar yüzünden karanlık yerlere gidiyor." diye bitirdi. Bu sözler üzerine TESEV'in programından ayrıldım. Bayramoğlu'nun şahsî bir meselesi varsa, bunu başka yerde örneğin Twitter'da dile getirebilirdi. TESEV'in toplantısında, gazeteci olarak bulunduğum yerde hem şahsıma hem de mesleğime ağır hakaret etti. İşimi yapmamı engelledi. Bu tepkisinin nedeni ÖYM'ler ile ilgili yazdıklarımdı. Gazetede yazdıklarım hepsi ortada, hukukî dayanağı olan yazılar. Bayramoğlu'nun, TESEV gibi uluslararası kuruluşun toplantısında şahsî duygularını, bir gazeteciyle ilgili şahsî husumetini gündeme getirmesi, tahammülsüzlüğü de toplantı ortamına hiç yakışmadı. TESEV'in saygınlığına da gölge düşürdü. Bayramoğlu'nun niçin bu kadar kızgın ve tahammülsüz olduğunu da anlayabilmiş değilim.

TESEV TOPLANTISINDA ALİ BAYRAMOĞLU İLE GEÇEN DİYALOGUN SES KAYDI ÇÖZÜM METNİ......

TESEV’in “Referandumdan sonra HSYK” başlıklı toplantısında, Ali Bayramoğlu ile aramda geçen diyalog aynen aşağıdaki gibidir. Ankara’da HSYK ve YARSAV gibi kurumların temsilcilerinin katıldığı toplantı 3. Yargı paketinin 2 Temmuz 2012’de TBMM’den geçmesinden önce yapılmış. Dolayısıyla ÖYM’ler gündeme gelmiş ve tartışılmış. Buna ilişkin ayrıntılı değerlendirmeler var. HSYK 1. Dairesi başkanı İbrahim Okur’un da görüşleri var. Ben bu noktada ÖYM konusunun nasıl tartışıldığına, kaldırılması konusunda herhangi bir çekince dile getirilip getirilmediğini sordum. O toplantıya katılanlardan sadece Ali Bayramoğlu salonda olduğu için doğal olarak muhatabım oydu. Ama aynı soruyu diğer konuşmacılar olan Reşat Petek ve Mehmet Uçum’a da sordum. BÜŞRA ERDAL: (Özetle)“Savcılar geçmişte 12 Eylül, Şemdinli gibi soruşturmalarda görevlerinden alındı. Yargıda bu konuda travma oluştu. Son olarak çok önemli davalara bakmış ÖYM’lerin kaldırılması bugünkü hakim-savcılar üzerinde nasıl bir etkiye neden olabilir, geçmişteki gibi bir travmatik durum olabilir mi,ileride ciddi olaylar üzerine gitmede motivasyon olarak olumlu-olumsuz etkisi olabilir mi, bu konuda HSYK’nın yaklaşımı nasıl yansıdı toplantıya?” mealinde soru yönelttim… ALİ BAYRAMOĞLU: Sizinki bir görüş. Ben sizin görüşlerinizi biliyorum ayrıca o konuda çok angaje bir gazetecisiniz. Herkes böyle düşünmüyor. Özellikle ibrahim Okur ve arkadaşları dahil olmak üzere Türkiye’nin son 10 yılda siyasi anlamda bir iddianame çöplüğü haline geldiği kanaatini taşıyorum. Hakikaten önümüzdeki yıllarda hukuk tarihçileri bütün hazırlanmış olan iddianamelerin içeriğini, polis fezlekeleri ile iddianameler arasındaki paralelliklere, delilerin niteliğine baktıkları zaman ciddi sorunlarla karşılaşacaklar. Türkiye’de adliye son derece önemli bir fonksiyon yapmıştır. Benim kişisel kanaatimi soruyorsanız Türkiye’nin değişiminde özel yetkili mahkemelere ve savcılıkların girişimlerini takdirle karşılıyoruz. Şahsen… Fakat bu politik fonksiyon, hukuki ve etik sorunlar yaratmaya başladığı andan itibaren sorun olarak karşımıza çıkar ve siz demokratsanız, liberalseniz, hukuk devletine inanıyorsanız önce bu soruları sorarsınız. Savcıların ve hakimlerin motivasyonu meselesi Fatih Terim tarzı bir meseledir. O başka bir şey. Bu motivasyonlarla demokrasi yol almaz. Demokrasi kurallarla, ilkelerle yol alır. Değişim sürecinde adli temizlik dokularında doğru istikametler olduğu gibi sorunlu pistler de vardır. Bu sorunlu pistler konusunda hepimizin fikir beyan etmesi son derece tabiidir. İbrahim Okur’un kanaatini soruyorsanız. O da Türkiye’nin bir iddianame çöplüğüne dönüştüğü kanaatindedir. Tek başına o değil, pek çok muhafazakar, iktidara yakın kesim de bunun gibi düşünüyor. Bu politik ayrışmalardan kaynaklanmıyor. Hakkaten giden ve artan oranda Türkiye’deki bir dokuyla ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Onun için Özel Yetkili Mahkemelere yandaş olmak, onlara karşı olmak, yada onlara karış olanlara sizin tweetlerinizde olduğunuz gibi karalamak işlerine soyunmayın biraz daha gazetecilik yapın, kardeşim. Bu arada size cevap verme fırsatım oldu, hakkımda yazdığınız yüzlerce sevimli…. REŞAT PETEK: Bu ortamda böyle öncesi olan karşılıklı değerlendirmeler… Ali BAYRAMOĞLU: Bunun öncesi sonrası yok. Kişisel değerlendirmeler filan da değil bunlar. Bunlar cemaat adına tetikçilik yapılan arkadaşlarla bizler arasındaki bir mesele burada soru soruluyorsa bu arkadaşlar da cevaplarını alır lütfen siz bu konuya müdahale etmeden cevap verin. REŞAT PETEK: Ben de görüşümü müsaade edin….. ALİ BAYRAMOĞLU: Ama bizim üstümüzden olmasın. REŞAT PETEK:Demokrat olacaksınız… ALİ BAYRAMOĞLU: Hakimlik yapmayın… Kendi kanaatinizi söyleyin. REŞAT PETEK: Müsaade edin ben sizden bahsetmiyorum. Demokratsak, hukukun üstünlüğünü savunuyorsak bu noktada elbette objektif kriterleri herkesin nazara alması lazım. Ben sayın ali Bayramoğlu’na karşı yıkıcı bir takım yazılar yazıldığında da tepki için ortaya koyan ilk yazarlardan hukukçulardan biriyim. Bundan da onur duyarım çünkü doğrular bir noktada buluşur. ALİ BAYRAMOĞLU:Doğrular kimsenin tekelinde değil. Ama girmeyin bu konuya… REŞAT PETEK: Ama otoriter bir yaklaşımla, sorulan soruyu kısıtlarsak böyle toplantıları zor yaparız. ALİ BAYRAMOĞLU:Efendim size ne bundan. Size ne bundan. REŞAT PETEK :Niye davet ettiniz o zaman? ALİ BAYRAMOĞLU :Benim cevabımdan size ne ? Sizi işinize bakın cevabınızı verin… REŞAT PETEK: Bu yargısal bir tartışmaysa burada o zaman ben… Bunu açıklasaydınız o zaman davet ederken, ‘Ali Bayramoğlu’nun müsaade etmediği şeyler konuşulmayacak’ deseydiniz ona göre hazırlıklı gelirdik. ALİ BAYRAMOĞLU: Benim verdiğim cevap üzerine etik ve ahlaki yorum yapmayın. Kendi işinize bakın diyorum. Hanfendiye bir cevap verdim o benimle onun arasında size ne oluyor. Hakimlik yapmaya gerek yok ki… REŞAT PETEK: Ben hakimlik yapmıyorum bende görüşlerimi açıklıyorum. Kusura bakmayın. Talimat verip de talimatla beni… ALİ BAYRAMOĞLU :Ben kimseye talimat vermiyorum. REŞAT PETEK : Ama diyorsunuz ki ‘bunu konuşamazsınız’ Ben konuşurum. Ben size şahsi bir şey söylemiyorum. ....Konuşmalar devam ediyor…(BU ARADA SORUMA Avukat Mehmet Uçum bey de cevap veriyor..) BÜŞRA ERDAL: Tekrar bir şey söyleyeceğim. Kısa bir şey çünkü çok ağır bir saldırı oldu. Sayın Ali Bey ile ilgili ben hiçbir şekilde gazeteye yazı yazmadım. Sadece twitlerimde şahsi hesabımda bir iki yazdığım şeyi bu kadar ağır ve cemaatin tetikçisi şekilde söylemesi çok ağır bir itham. Ben cemaat diye bir kurumu temsil etmiyorum, Büşra Erdal olarak gazeteciyim ve gördüğüm yanlış yada katılmadığım şeyleri twitterda yazdım. Olay bundan ibaret. Benim köşem yok, muhabirim… ALİ BAYRAMOĞLU: Siz tetikçisiniz… BÜŞRA ERDAL: Katılmıyorum bu sözlerine çok ağır… Haksız… ALİ BAYRAMOĞLU: Ağır olsun, siz tetikçisiniz. BÜŞRA ERDAL: İade ediyorum. ALİ BAYRAMOĞLU: İnsanları karalayan bir tetikçisiniz. Cemaat sizin gibi insanlar yüzünden karanlık yerlere gidiyor kanaatimi soracaksan… (Ben bu son sözler üzerine de salondan ayrıldım)

Pazar, Eylül 16, 2012

Odatv sanıkları baronun üyesi mi?

BÜŞRA ERDAL-HABER YORUM - 16.09.2012(Zaman) Ergenekon davası kapsamında dava açılan Odatv çalışanlarından iki gazeteci, önceki gün tahliye edildi. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, 'terör örgütü üyeliği' iddiasıyla yargılanan gazeteciler Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu'nu tutuklu kaldıkları süreyi nazara alarak serbest bıraktı. Bu durum, sanıkların beraati anlamına gelmiyor. Yargılamalarda dava bitene kadar "tutukluluk" diye bir uygulama yok, zaten 19 ay tutuklu kalmış olan iki sanığın tahliye olması normal. Ama bu tahliyeler beraat gibi yansıtılarak kamuoyu manipüle ediliyor. Bu manipülasyona İstanbul Barosu da ciddi katkıda bulunuyor. Hiçbir davaya göstermediği ilgiyi önce Ergenekon sanıklarına, sonra da Balyoz davasında yargılananlara sahip çıkarak gösteren baro yönetimi, Odatv sanıklarına da kapılarını açtı. Baronun, Odatv çalışanı iki gazeteciye basın toplantısı yapmaları için kendi toplantı salonunu tahsis etmesi bu ilginin zirve noktası oldu. Şüphesiz, sanık bir avukatın baroda basın açıklaması yapması kabul edilebilir. 'Mesleki dayanışma' diye açıklanabilir. Ama bugün baronun Orhan Adli Apaydın toplantı salonunda açıklama yapanlar avukat bile değil, gazeteci. Baro ile de hiçbir organik bağları yok. Terör şüphesiyle yargılanan iki kişinin, arkalarında 'İstanbul Barosu' yazısı olduğu halde basın açıklaması yapması neyle açıklanmalı? Bu durum neyin dayanışması? Bazı stajyer avukatların 'başörtülü' diye içeri alınmadığı baro toplantı salonu, bir davada sanık olan gazetecilere ev sahipliği yapıyorsa, bu hangi meslek ilkesine dayanıyor? İstanbul Barosu, 14 Ekim 2012'de seçime gidecek. Oy kullanacak avukatlar, bu kez İstanbul Barosu'nun kendilerinin mi yoksa terör örgütü ve darbe sanıklarının barosu mu olup olmadığına karar verecek. http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1346057&title=odatv-saniklari-baronun-uyesi-mi

Pazar, Eylül 02, 2012

[HABER ANALİZ - BÜŞRA ERDAL]Yalman'dan Balyoz sanıklarına: Seminer, emrime aykırıydı(ZAMAN)

Balyoz davasında sona yaklaşıldıkça süreci etkileyecek açıklamalar geliyor. Özden Örnek, son duruşmada sanıklardan emekli Org. Ergin Saygun'un ifadesine atıfta bulunarak, "Balyoz kasetleri başbakan tarafından Aytaç Yalman'a verilmiş." dedi. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, bu sözlere Hürriyet Gazetesi aracılığıyla cevap verdi. Örnek'in kendisine terbiye hududunu aşan iftira attığını belirten Yalman, kasetlerin içeriğinden haberdar olmadığını, aksi takdirde işlem yapacağını söyledi. Yalman, "Emrime aykırı yapılan bu seminer kasetlerinin kimler tarafından sızdırıldığı kadar, kasetlerin içinde konu ile ilgisi olmayan bigünah silah arkadaşlarımın isimlerinin kimler tarafından yazdırıldığının ortaya çıkarılması önemlidir." diye konuştu. Emekli Orgeneral Aytaç Yal-man'ın dün Hürriyet gazetesinde yer alan açıklamaları, Hilmi Özkök'ün Ergenekon ifadesiyle birlikte değerlendirildiğinde Balyoz davasını doğrudan etkiliyor. Yalman, Balyoz davasında sanıklar ve avukatları tarafından hep gündemde tutulan bir isim. Sanık avukatları, özellikle son 5-6 aydır eski Genelkurmay Başkanı Özkök ve eski Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman'ın Balyoz davasında tanık olarak dinlenmesini istiyor ama mahkeme talebi reddediyordu. Özkök, Ergenekon davasında, 5-7 Mart 2003 tarihli seminerde (Balyoz) amacın aşıldığını ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı'na (Yalman) bunu incelemesini söylediğini anlatmıştı. Şimdi de Yalman, Balyoz sanıklarının elini zayıflatacak açıklamaları devam ettiriyor. Her ne kadar mahkemede verilmiş ifade olmasa da, iki emekli orgeneralin sözleri Balyoz iddianamesini destekler nitelikte. Çünkü Yalman, ilk olarak "Balyoz" ismiyle bilinen 2003 tarihli seminerin emrine aykırı şekilde gerçekleştirildiğini vurguluyor. Sanıklar, davanın başından beri bu seminerin sıradan bir "harp oyunu" olduğunu savunmuştu. Bu savunma, Yalman'ın açıklamasıyla bir kez daha geçerliliğini kaybetti ve seminerde "örtülü darbe" konuşulduğu iddiası güçlendi. Bunun yanında, o dönem Balyoz kasetlerinin Başbakan'a (Tayyip Erdoğan) gittiği komuta kademesince doğrulanmış oldu. Yani Balyoz semineri, 2003'ten beri devlet idarecileri tarafından biliniyordu. Karacı subay Yalman'ın, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'ten, "Bir deniz subayı" diye bahsetmesi de manidar ve mesaj içeriyor. Halbuki, Örnek'in 2003-2004 yıllarına ait günlüklerinde (darbe günlükleri), dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ve Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına'nın bir an önce darbe yapmak için hevesli oldukları, onları Örnek ve Yalman'ın işbirliğinin durdurduğu anlatılıyor. Günlüklere göre Örnek, sık sık Yalman'la dertleşiyor, fikir paylaşımında bulunuyor. Özkök'e karşı birlikte hareket planı geliştiriyorlar. Geçmişteki bu samimiyete karşı bugünkü sert üslup, Balyoz sanıklarının psikolojik sıkıntıya düştüğünü gösteriyor. Kendilerinin karşısına geçtiğini düşündükleri Yalman'a yükleniyorlar. İddianamede, Balyoz darbesinin Yalman'ın çabalarıyla engellendiği yönünde savcılık tespiti var. Bu da, sanıkların Yalman'a yaklaşımının sebebini ortaya koyuyor. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, son açıklaması ile bazı sanıkları "günahsız" diye ayırsa da, başta generaller olmak üzere Balyoz sanıklarına 'ayar' verdi. Bir taraftan kendini koruma kaygısı taşıyan Yalman'ın, mahkemeye gidip ifade verirse, sözlerinin onların lehine olmayacağı mesajını da aktarmış oldu. Bu açıklamadan sonra, Balyoz sanıklarının hâlâ Özkök ve Yalman'ı tanık olarak çağırmaya devam edip etmeyecekleri ise merak konusu. http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1340426&title=haber-analiz-busra-erdalyalmandan-balyoz-saniklarina-seminer-emrime-aykiriydi

Cumartesi, Eylül 01, 2012

Hilmi Özkök’ün şahitliği ile Balyoz davasında hatırlattıkları...-yorum

Balyoz darbe planı davasında sanıklar ilk başta 5-7 Mart 2003 tarihinde gerçekleştirilen seminerin normal bir “harp oyunu” olduğunu savundu. Ama ortadaki ses kayıtları bunu yalanlıyordu. Yaşar Büyükanıt gibi eski Genelkurmay başkanı da mahkemede hayatında böyle harp oyunu görmediği söyledi. Sanıklar çapraz sorguda seminerde gerçek isimler kullandıklarını kabul edince, mahkeme daha önce yaptıkları “harp oyununda gerçek isim kullanılmaz” savunması ile bu açıklamadaki çelişkiyi gündeme getirdi. Sanıklar durumu kurtarmak için“işgüzarlık yaptık”dedi. Bu gibi çelişkiler artmaya başlayınca, yargılama sırasında seminer konusu arada kaynatıldı. Savunma taktiği olarak “seminer iddianamede suç değil ki” argümanı ve sorulara dolambaçlı cevaplar vererek. Halbuki, tabi ki seminer yapmak tek başına suç değildi. Ama seminerde konuşulduğu iddia edilenler suç. Nasıl ki,birine yemek ikram edersiniz, ikram normaldir, ama içine zehir koyarsanız öldürmeye kastetmiş olursunuz ve artık suçtur. Bu sırada sanıklar daha çok balyoz planının yer aldığı dijital delillerin sahteliği üzerinde durdu. Savunmalarını bunun üzerine kurguladılar ve semineri unutturdular. Ta ki eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Ergenekon davasındaki tanıklığına kadar. Özkök, 5-7 Mart 2003’teki seminerde amacın aşıldığı duyumunu aldığını ve bu nedenle de konuyu incelemesi için Kara Kuvvetleri Komutanı’na havale ettiğini söyledi. Bu açıklama, doğrudan o dönem Genelkurmay Başkanının bazı gelişmelerden haberdar ve rahatsız olduğunu gösteriyor. Nitekim Özkök,2003 yılının Mayıs ayında Harp Akademileri'nde Çetin Doğan’ı uyarıyor. Normal şartlarda, bir genelkurmay başkanının 1. Ordu Komutanı hakkında inceleme yaptırması Türk Silahlı Kuvvetleri geleneğinde rastlanılmış bir durum. Daha birkaç yıl önce, dönemin Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un, LAW silahı gömdüğü iddia edilen, ağır suçlamalarla hakkında dava açılan askerlere sahip çıkışı akıllarda. Bu olayda ise, Özkök,sıradan bir askeri değil 1. Ordu Komutanını idari bir incelemeye tabi tutturuyor. Bütün bu geçmiş tecrübeler ışığında Özkök’ün “seminerde amacın aşıldığı duyumu aldım” ifadesi Balyoz cephesini suskunluğa itti. Sadece Doğan’ın avukatı Celal Ülgen, “Duruşma arasında Özkök paşa ile görüştüm, aslında onu demek istememiş…” mealindeki ifadeyi tekzip etmeye çalışan girişimleri oldu. Ama bu çok zayıf kaldı. Bunun üzerine medyada niye suskun kaldıkları sorgulanınca ifadeden 24 gün sonra açıklama geldi. “Seminerde gerçek isimlerin kullanılması askeri kurallara aykırıdır” denilen açıklamada kamuoyuma yönelik belki de ilk kez bu kadar açık suç itirafında bulunuldu. Aslında, bu açıklama Balyoz belgelerinin Taraf’ta yayınlandığı ilk günlere götürdü bizi. 20 Ocak 2010’da T24 isimli siteye yazılı açıklama gönderen Doğan, “İç tehdit sadece bölücü tehdidi değil, irticai tehdidi de kapsar. Bu kapsamda EMASYA (Emniyet ve Asayiş) planları seminerlerde elbette ele alınmıştır” demişti. Yani, yargılama boyunca yapılan tüm seminer savunmaları çöktü. Bütün o harp oyunu masalları, askeri terimlerle kafa karıştırma taktikleri. Sanıklar ve avukatları davanın önemli boyutlarını unutturuyor, ama bir tanık geliyor ve hatırlatıyor...

Cumartesi, Ocak 14, 2012

Gündem [Haber Analiz] Mahkemelerin kararı Başbuğa Yüce Divan yolunu kapatıyor ZAMAN

Gündem [Haber Analiz] Mahkemelerin kararı Başbuğa Yüce Divan yolunu kapatıyor ZAMAN

kanayan bir kar yazısı... (3 ocak 2002'de kar yağdığında 14 yaşında evsiz olduğu için donarak ölen bir çocukla ilgili)

"kar yılınız kutlu olsun!” diye başlamak isterken söze;benim için güzel olan kar, kar'dan bir evi olan için ne kadar zor... düşüncesi geldi aklıma ve boğazıma düğümlendi kelimeler. diyecektim, diyemedim… yeni bir hikaye istiyordu istanbul,yeni bir hikaye istiyorduk biz. farkli... bir günde milyonlarca kişi, milyonlarca hikaye yazdı yaşamaklarında, gülüşlerinde, hüzünlerinde. ve belki de kaç milyon tanesi yazılamadı, dona kaldı yarım tebessümlerde, dona kaldı gözyaşlarında. ayakkabısı olmayan bir çocuğun ayağinda, paltosu olmayan bir ihtiyarin teninde. bakıslarında,umudunu yitirmis bir annenin...
hep farklı bir hikaye diyorduk ya; bilemedik bizim hikayemizin yaşanmışlıkta bir karşılığının olmadığını, hayat çizgisine bir tortu bile bırakmadığını, gerçekle ilgisinin olmadığını. Bir kenarda donarak ölen on dört yaşındaki çocuğun hikayesiydi tamamlanmış, en gerçek olan. bilemedik... epeydir bir kara çalınmıştı alnına istanbul'un, biz'in yitirdiklerimizden,unuttugumuz kardeslerimizden, bir kenarda ölen dilsizlerden, aci son'la biten hikayelerden. ve KAR ötelerden gelen, indirilen. ALNIMIZI akladı. bir rahmetti bize,bir imtihandı diğerlerine...