Pazartesi, Mayıs 09, 2011

Paris’e Fransız kalmamak…

Paris’e Fransız kalmamak…

Bir şehri seversen, o şehir de seni sever. Şehirler varlık dünyasında bir canlı gibi. Görmek istersen gösterir bütün sırlarını,ayağına serer. Bazı şehirleri görür aşık olursun, bazılarını ise görmeden. Sanırım Paris, ikinci kategoride. Görmeden, tanımadan pek çokları tarafından sevilen şehir. İç güdün kefil olur ve nedense hep de haklı çıkar.

Bir Paris sabahı; peynirli baget ekmek sandviç, kruvasan kahve… Sessiz bir Champ Elysee caddesi… Hele bir de hafta sonuysa sanırım kendi ülkende, kendi şehrinde ve kendi sokağındasın sanki. Öyle durgun ve durulmuşken olanca sessizlik ve kendi halindelik. Yeni açılan kafeler ... ve günaydın ve iyi akşamlar demek pek eğlenceli bu şehirde.

Paris’i keşfetmek için çok çaba gerekmiyor,insan bir adım atarsa şehir ona birkaç adımla geliyor. Kaybolma riski de hiç yok. Azıcık cesaretle atarsan adımları şahane sokaklarda kendini dinlersin,yenilersin… Paris’in eski, senin ise yeni sokağında, caddelerinde. Bütün yollar bir yerde bir metroya çıkar ve metro da senin ineceğin durağa…

Notre Dame'dan başladığın bir yolda birden kendini zenci mahallesinde bulman an meselesi. Ve şaşırırsın zenciler süse ne kadar meraklı adım başı kuaförler,kadınlı erkekli ve hepsi de dolu akşam saatlerinde. “Paris’in çirkini”; ama güzelleşmek için Paris’li kadınlardan geri durmayan zenci kadınlar ve erkekler…Paris’te adaletsizlik renkte değil sadece renk gibi topluma işleyen,belirgin bir yaşam da. Mesela daha hava alanına ilk ayak bastığınızda zencilerin güvenlik görevlisi yapıldığını görürsünüz. Ve bütün Paris’te neredeyse böyledir. İri vücutları ile zenciler ve onların ikinci sınıf halleri…


Her metroya binişte bir müzisyen ya da benzeri çıkar ortaya. Birden klasik bir Fransız şarkıyı kemanla ne kadar güzel çaldığını duyar şaşar kalırsın. Ve metro yolculuğu hiç bitmesin istersin. Ama bir de o sıkıcı yaşlı ve kabiliyetsiz amcanın elindeki işkence aleti olur hemen bir durak sonra inebilmek için can atarsın. Ama metro müzisyenlerinin bir de farklı bir yanı vardır. Az hüzün gösterir kendini o duruşta. Sanki yalnız bir yaşlıdır da sadece birilerine yol arkadaşı olmak için hem çalar hem eğlenir hem de eğlendirmek ister. Paris’in yaşlısı da kendisine benzer.

Bir şehri seversen,kayıtsız şartsız o da seni sever,özel hatıralar verir yıllarca saklaman için. Paris, insanı doğuran bir şehir,yeni farkındalıklar katan. Yeni gözler veren, görmek için,yeni duyu organları,kokular ve duymak için. Fazladan el ve ayak da. Daha çok dolaşır, daha çok güç alırsın ellerinden. Daha güzel görürsün kesinlikle. Paris en çok “görme” şehri. Dokunma ya da koklama değil. Mesafeli ve biraz uzak ve aslında fark ettirmeden biraz da yakın. O soğuk Fransız duruşunun ardında saygı ve aşk dolu kabul etme. Kıstaslarını bilir ve uygularsanız.

Bir şehre saygı duymak gerek,şehrin kişiliğini kabul etmek ve hakkını vermek. Paris kişilikli bir şehir. Orta yaşlı,olgun ve zarif bir kadın. Şık aynı zamanda. Yılların soyluluğu ve zenginliği üstünde ama sanki biraz cepten yemiş de üstüne koymamış eski zaman zengini gibi. Parisliler de, ortaçağ şatosunda yaşayan yeni dünyalılar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder