Pazartesi, Kasım 05, 2012

PARİS 2...^^

“tuhaf” kelimesini seviyorum, iyi ve kötü arasında muğlak,hem güzel hem de çirkin için kullanılabilecek eşsiz bir kelime. yemyeşil, sisli ve içinden yol geçmeyen bir orman gibi. paris de, tuhaf bir şehir. insanları, “paris’i sevenler ve sevmeyenler” diye ikiye ayırıyor. görüp de paris’e karşı hissiz kalana pek denk gelmedim. paris’ten önce başka bir şehri çok sevmişse biri, paris’e şans vermeyebilir. Ama sevdiği şehir yoksa, o zaman paris, “ilk görüşte aşk” şehridir. ilk gidişimde, daha çok haritada gidilmesi- görülmesi gerekli yerleri gezdim. ilk durak champs elysees, eiffel kulesi, louvre müzesi,notre dame kilisesi, la fayette… filan ve alışveriş… paris deyince akla ilk gelen louis vuitton ve ilk gidişim anısına la fayette'taki louis vuitton’dan bir çanta kendime hediye. ilk geliş bu ritüellerle dolmuştu. paris’le bir “tanış” olma hali. ikinci gelişimde ise, paris’le dost-ahbap olduk. bu yüzden, havalimanından tanıdık yollardan geçip otele geldim. eşyaları bıraktığım gibi ilk durağım champs elysees… ilk gelişimde, paris’le vedalaşmayı oradan yapmıştım. bu sefer de “merhabam” olsun istedim. yani “ayrıldığın yerden devam et ki, aradaki zaman yokmuş, hiç ayrılmamışsın” gibi… bitiştekinin aynısı, Paul’de mozeralla peynirli, pesto soslu bir sandviç, çay, üstüne kahve… ilk Paris akşamı ve ilk yemek. öyle işte, insan bugünü geçmiş güzel anlara bağlamak, arada geçen zaman yokmuş gibi, bıraktığı noktadan başlamak istiyor. da da benim tarzım bu (; neyse, sonra mütevazı akşam yemeğiyle birlikte başlayan yağmur. ve birkaç mağaza tavafı derken, “ kırmızı şemsiyeli kız” Paris sokaklarında…. yaşadıklarımız, biz onlara ne kadar anlam yüklersek o kadar anlamlı. az kalabalık caddeler, anlamadığım fransızca konuşmalar, caddelerdeki kafeler ve kafe önlerinde yönü caddeye doğru sandalyeler... paris’te bir kafenin önünde oturursan, karşı karşıya değil, yan yana olmak zorundasın. iki kişi birbirine değil, karşıya, aynı noktaya bakacak. Bu da “aşk iki kişinin aynı noktaya bakmasıdır” gibi bir klişe sözü de hatırlatıyor bana. Ya da bilmiyorum, belki de böyle bir söz yoktur da bir sakız falında okumuş olabilirim (; ilk gün, paris’taki gazeteci arkadaşlarla opera’da bir kafede kahve sohbeti. yağmur yağıyordu, karşımızda opera binası ve güzel bir kafe.(Burada parantez açayım, garsonlar çok kaba,sanki ne işin vardı da geldin, git evinde otur,tarzı bir ukalalık hali..) ama zaten paris’te tarihi ve güzel bina manzarası olmayan kafe de yok sanki. bu nedenle ki, 4 gün boyunca bütün gittiğim restoranları ve kafeleri çok sevdim. voltaire’den tut da Louvre’a kadar. Gidebildiğim ve görebildiğim her yerde mutlaka karşısında tarihi güzel bir bina, kilise ya da çok güzel bir otel olan kafeler. ilk gün Opera’dan sonra Saint Michel’de kitapçıya uğramak için yürürken daha önceki gelişimde dikkat etmediğim krepçileri gördüm. emre’nin eşi nerih ile bir güzel nutellalı krep yedik. ikindi saatlerinde elimizde kreplerimizle yürüdük ve akşam yemeğine kadar acıkmadım bu durumda. yürürken de yağmur da dinmişti artık. üniversite bölgesi olan saint michel’deydik, güzel kafeler vardı ama yarın uğrak yerim olacaktı daha çok. cadde üzerinde piyano çalan adam, güneşin batışı Eiffel kulesinin ardından, seine nehrine düşen ışıklar… artık turist modunda değildim belki ama yine de dayanamadım orada fotoğraf çektirdim. akşam ise, paris’in ünlü “esnaf lokantası” modeli chartier’deydik. Arkadaşım Hanife, güzel bir yere götüreceğini söyleyerek beni davet etti. metroda buluştuk. restoranın önüne geldiğimizde 30-40 metre kuyruk olduğunu gördük. önce bir vazgeçsek mi diye düşündük ama sonra , yok, biraz şansımızı deneyelim, dedik. İyi ki de öyle yapmışız. biz sohbet ederken sıra ilerledi. hatta daha önümüzde epey bir sıra varken garson gelip, “2 kişilik yer var?” diye sorunca sırada bize kadar başka “2 kişi” olmamasına çok sevinerek hemen içeri girdik tabi ki. masalar 4 kişilik olsa da, hiçbir sandalye boş bırakılmıyor. bizi orta yaşlı bir karı-kocanın yanındaki 2 boş sandalyeye oturttu garson. sonra menü. menü dediğimiz de öyle kocaman parlak kağıtlarda lüks bir şey değil. a 4 kağıda arkalı önlü yiyecek ve içecekler yazılmış. önce pırasa istedik, üzeri ekşi mayonez soslu. az yağ ile buharda pişmiş. uzun uzun kesilmiş. yerken de bıçak kullanmak zorunda kalıyorsunuz. sonra da anasonlu balık. oldukça sağlıklı bir yemekten sonra ortamın o tuhaf tarihi dokusu biraz fazla bizi orada tutsa da, birkaç kare fotoğraftan sonra yürüyerek lafayette yönüne gittik. orada yine bir kafeye oturduk. Bu saatlerde artık caddelerde insanlar azalmış. kilise manzaralı, tepesinde ısıtma cihazları bulunan kafenin dış tarafında, sandalyelerimiz caddeye dönük şekilde-artık klasik olan bu,alıştım- oturduk. kahvemizi içtik. gece yarısını geçerken de metroya gittik. paris’te en süper ve rahat ulaşım metro. benim otelin önünde de durak vardı zaten. ama gece 01:00’de metro seferleri bitiyor. bu saatten önce binmek lazım yani. ben de ona “metrolar balkabağına dönüşmeden” diyorum. yoksa taksilere kalıyorsun ve gece yarısından sonra tek başına bir taksiye binmek paris ya da başka bir şehir hiç akıllıca gelmiyor çünkü. bisiklet almak için de kart lazım ve gece vakti yolu bulmak zaten zor. o nedenle yine en iyisi metro ve kaçırmamak lazım. ama metro da çok orijinal bu saatlerde, daha çok alkollü, zıplayan, içki içen, gülen gençler… ve bir sonraki gün paris’i yaşamaya devam… sabah 07:00’de hava zifiri karanlık. bir an korku filminde, stefan zweig romanınındayım sanki. bu saatte nasıl karanlık böyle ve 08:00 olmuş daha yeni yeni aydınlık... ve bastıran yağmur. bu kez paris hep yağmurdu zaten benim için, müziği de kendinden… öğle saatlerinde arkadaşım ile buluşacaktık ben de o saate kadar yine bir kafede takılayım dedim. çok da uzakta değil, otelin karşı köşesinde. voltaire metro durağının dibinde, büyük bir meydana bakan kafe. cam kenarına bir masaya oturdum, dışarısı hakikaten soğuk. kahve ve kruvasan. kruvasanın ağızda mis gibi eriyen hali… epey bir yağmuru, yağmurda yürüyenleri seyrettikten sonra, paris camisi ve sorbonne üniversitesinin olduğu yerlere gittik. orada da krepçilerin şahı "greek kafe" diye hatırladığım küçük kafeye. Hayatımda yediğim en süper krep. içine mozeralla peyniri, kekik, yeşillikler, domates ile kocaman bir krep dürümü. hava da hala yağmurlu. krep yiyerek saint michel bölgesine doğru yürüdük. spor ayakkabılar yağmura pek gitmediği için gördüğümüz ilk yerde güzel bir bot aldıktan sonra günün geri kalanı için daha rahatım. saint michel’de güzel restoranlar ve kafaler var. biz de sıcak çikolatası çok ünlü olan- ki bunu hak ediyor- italyan bir tatlıcıya girdik. çikolata ve kahve üzerine ne ararsan var. üşümüşken ve şahane sıcak çikolata… sonra da sacré-cœur de montmartre… teleferikle yukarı çıkıp, çok güzel paris desenli mutfak eşyaları aldıktan sonra akşamın finali yaklaştı. o kadar soğuk ve yağmurdan sonra yürüyerek montmartre’den ayrılık… artık son gün paris’im… önce zaman paris bürosunu ziyaret ve akabinde ayıp olmasın diye lafayette galeries ziyareti. burada biraz dolaştıktan sonra bu kez opera’dan geçip, hem yürüyüp hem alışveriş yaparak concorde meydanına vardım ve artık saat 20:00 civarı idi. paris’te son akşamım. Champs Elysees’e gidip biraz alışveriş de orada yaptıktan sonra pizza pino’da akşam yemeği,ardından dondurma... sonra tekrar bir mağaza tavafı ve ardından bu kez starbucks’da bir kahve alıp otele dönüş. bu kez gece yarısını bulmadı gezim. yoruldum sanırım biraz da. ve paris’te son sabah… 3 gün kalmış ama seine nehrini görmemiştim hala. biraz seine kenarında yürüyüş yapıp, ekim’in ortasında dökülen sarı yapraklar, paul’de kahvaltı yaptım. bu arada masamda güvercinler uçuşuyordu. o kadar çok güvercin, alışmışlar yemek bulmaya. son bir kahve champs elysees’de ve tekrar paris’e veda, bir sonraki buluşmaya kadar…o kadar çok yememe rağmen tadı damağımda kaldı (;

Örgütün cezaevi talimatları havalandırmada çıktı

Örgütün cezaevi talimatları havalandırmada çıktı