Pazar, Eylül 14, 2014

Mesele sadece “cemaat” meselesi değil, sen hala anlamadın mı?




Korkarım bu mesele “Cemaat&AKP” meselesi değil. Keşke öyle olsaydı. Çünkü bu şekilde ülke, bu çatışmadan daha az hasarla çıkardı. Eğer bir hukuk devletinde yaşasaydık ve sadece “cemaat” meselesi ortaya çıksaydı, emin olun bu bir avuç (avucun büyüklüğü sizin hayal gücünüze kalmış) insan, yapılanları olabildiği kadar sineye çeker,  "hukuk devleti" düzeninin devam etmesi için “kan kusup kızılcık şerbeti içtik” diyebilirdi. Ama öyle değil. 



“Bu kavga, dershaneler ile başladı” diyorsunuz. Öyle değil tabi ki, eskiden beri fişlemeler, bunun sonucu sürgünler, işten çıkarmalar zaten yapılıyormuş ve hatta bir AKP Trabzon İl Başkanı Adnan Günnar “halkımızın bildiği gibi değil, cemaatle mücadele 3 yıl önce başladı” diye ifşaatta bulunuyor. Burada  diyebilirsiniz ki, “e bak, mesele cemaatmiş işte”. Hayır öyle değil, bütün İslami yapıları tek tek kendine bağlayan AKP, cemaati sorgusuz sualsiz bağlayamayınca, elde edemeyince, Turgay Oğur’un yazdığı gibi “Toplu Cemaat İdaresi(TOCİ)”ye dahil edemeyince imha planını devreye soktu. Yani, “cemaat” inşaat mafyasının mahallenin ortasındaki satın alamadığı o tek konak! O giderse mahalle gidecek, o kalırsa mahalle kurtulacak…

Neyse bütün bunları yok varsayalım ve velev ki dershaneler ile başlamış olsun bu ‘kavga’. Dershanelerin kapatılması, hangi kamu yararına ve hangi anayasal yetkiye dayanıyor? “Serbest teşebbüs” anayasal hakkı çerçevesinde açılmış kurslar, bireyler arasında serbest irade ile sözleşmeye dayanan bir hukuki duruma devlet nasıl ve ne hakla müdahale eder? Bu ülkede “sınav sistemli” üniversiteye giriş olduğu müddetçe, daha öğrencileri TEOG ile okullara bile yerleştirmede aciz olan devlet, milyondan fazla öğrenciyi nasıl üniversiteye hazırlayabilir.  Hele alt gelirli öğrencileri, belediyelerin kurslarına mahkum bırakan anlayış ortadayken...Bir nesil yetiştirme ile yol yapma& çöp toplama faaliyeti aynı kapsama nasıl alınabilir? Zenginler için kolejler, paralı özel kurslar, fakirler için belediye kursları… Bu meselede “cemaat” nerede? Sonuç olarak, zenginler için yaşasın YENİ TÜRKİYE!
 
İnternetle alakalı getirilen sınırlama ne oluyor? Telekomünikasyon İletişim başkanlığı (TİB), mahkemeye başvurmadan, 4 saat içinde kapatma kararı alıp internet sayfanızı kapatabilir? Herkesin okuduğu haberler, attığı mailler an be an takip edilebilir? (Şu anda edilmediğinden emin misiniz? MİT’e bu yetkiyi veren yasa aylar önce meclisten geçti) Yani bu ülkede sadece cemaat mensupları internet kullanıyorsa, sizin derdinizin olmaması doğal tabi.



Sonra 17 ve 25 Aralık soruşturmaları…Yeni Türkiye’nin üstündeki cilalı kaplamayı birden alıverdi. Önümüzde devasa bir yolsuzluk ve hırsızlık serüveni. Devletin bütün ihaleleri peşkeş çekilmiş, tv ve gazeteler yandaşlara paylaştırılmış, bütün cemaat ve sivil toplumları devletleştirilmiş, yasal prosedürler çöpe atılarak eş-dost-yandaş sistemi kurulmuş. Hatta 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasında adı çıkınca istifa eden eski çevre bakanı AKP milletvekili Erdoğan Bayraktar ne demişti;  “Biz çevre bakanlığı olarak çevre ile ilgileniyoruz. YAKIN, EŞ, DOST, AKRABA, ÇEVRE yani abi ÇEVRE ÇEVRE…” İşte böyle bir çevreyle oluşturulan “inşaat lobisi” sonucu  ölen işçileri hesaba katarsak, mesele “cemaat” değil. 



Ve 17 Aralık deyince, havuz işadamları, ihalelerde yüzde 10/20’lik pay, evde sıfırlanan milyon EURO’lardan farklı bir de “TÜRGEV” gerçeğiyle karşılaşıverdik. O günden beri ,her gün gazetelerde bir devlet mülkünün daha cumhurbaşkanının oğlu Necmettin Bilal’in vakfına geçtiğini okuyoruz. Hayırseverlik konusunda tabi ki ülke insanı olarak hassasız. Ama, hiçbir yasal şart, hukuk gözetilmeden bu kadar pervasızca mülk verilmesi nasıl normal görülebilir. Eğitim amaçlı yıllardır faaliyet gösteren çok sayıda vakıf varken, niye mülkler tek elde toplanıyor? 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra ortaya çıkmıştı ki, TÜRGEV’in taşınmaz sayısı 140 küsur. Bu haliyle ülkenin en zengini KOÇ ailesinden bile fazla taşınmaza sahip. Ve bu noktada anlıyoruz ki; tek havuz, tek medya, tek işadamı, tek eğitim, tek vakıf… 



Böyle daha nice, onlarca yüzlerce örnek verilebilir. Ama son olarak havuzun “amiralciği” Yeni Şafak’ın manşetüstünde bandrolüyle vergisiyle “helal” kazanç kitap basıp satımını suçmuş gibi sunduğu bir ülkede yaşıyoruz. En başta ne idi; kanunlar ile kurulmuş ve kanunlar kapsamında eğitim veren dershaneler “suç yeri” gibi kapatılmıştı. Şimdi helal kazanç suçmuş gibi manşetler atılıyor. Yani bu ülkenin sorunu cemaat filan değil. Bu ülkede mesele;  “özgürlükler, hak, hukuk devleti, rejim” ve “helal” meselesi. Sen hala anlamadın mı?

Salı, Temmuz 08, 2014

Bir algı operasyonu başarısı; AYM’nin Balyoz kararı…



Anayasa Mahkemesi(AYM)’nin,  Balyoz kararı hem özgürlükler hem de AYM’nin ceza yargılamasına yaklaşımı açısından örnek teşkil ediyor. Eskiden nadir olarak “Yüce Divan” ve çoğunlukla kanun iptal başvurularına bakan AYM, artık ceza yargılamasında, suçla mücadelede etkin rol alıyor. Bir “süper temyiz” makamı değil ama, bugüne kadar verdiği kararlarıyla büyük suç dosyalarında yüzlerce mahkumun tahliyesinin önün açtı. 

 Bu açıdan AYM’nin en önemli kararlarından Balyoz’un gerekçesini irdelemek gerek. AYM, 237 mahkumu tutuklu bulunan Balyoz dosyasına dair tanık dinletme ve dijital verilerin tartışılması noktasında ihlaller olduğunu tespit etmişti. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmemesine dair ihlal kararı normal. Ama “dijital verilere” dair tespitleri oldukça sorunlu.  AYM’nin 237 başvurucu ile ilgili verdiği kararın gerekçesinin ana omurgasını sanık avukatlarının iddiaları oluşturmuş. Kanunda şart olarak yazdığı halde, Adalet Bakanlığı’ndan sanık vekillerinin iddialarına cevap istenmemiş. Dolayısıyla kararda Bakanlık görüşü yok. Bu açıdan “tek taraflı” bir duruş hakim. Sanıkların iddialarını önüne alıp, buna karşı Balyoz mahkemesinin gerekçeli kararından örnekler alarak karşılaştırma yapmış. Neticeden, mahkemenin özellikle “dijital delillerin sahteliği” iddiasına verdiği cevapları yeterli bulmamış. Yani Balyoz mahkemesi, AYM’yi ikna edememiş. Mesela AYM, sanıkların aldığı bilirkişi raporlarının önemli olduğunu savunuyor. Yerel mahkeme ise, raporları yazan bilirkişilerin hakim yerine geçip kanaat bildirdikleri ve üsluplarından dolayı tarafsız olmadıklarına kanaat getirdiğini ,bu noktada delil olarak itibar etmediğini söylüyor. AYM de, mahkemenin, savcıların aldığı raporlar kadar sanıkların aldığı raporları da önem vermesi gerektiğini belirtiyor. 

Sahte dijital veri iddiası, sanık savunmalarının da ana omurgasıydı. Darbe konuşmaları içeren ses kayıtları başta olmak üzere el yazısı delil ve tanık ifadelerini gözden kaçırıp hep bunu gündeme getirmişlerdi. Nitekim, AYM’nin kararı ile de, bu stratejilerinin başarıya ulaştığı görülüyor. Bu noktada geçmişe dönüp bakmakta fayda var. Sanıklar, “sahte dijital delil” iddiasını ilk kez AYM’de ileri sürmediler ki. Balyoz planı ortaya çıktığı 2010 yılından beri tüm savunma stratejilerini “sahtelik” üzerine inşa ettiler. Bu iddiaların hepsini, yerel mahkeme,  Yargıtay ve  AİHM’de gündeme getirdiler. Ama hiçbirinde karara temel alınacak şekilde önemli bulunmadı.  AYM’nin itibar ettiği bilirkişi raporlarının önemli kısmı sanıklarca Nisan 2010’dan Nisan 2012’ye kadar alınanlar. Bu süreçte bu raporlar, “sahtelik” iddiasının delili olarak mahkeme, Yargıtay ve AİHM’e sunuldu. Nisan 2012’de AİHM, “Çetin Doğan vs.” başlığıyla 19 sayfalık bir karar açıkladı. Doğan “sahte delil” iddiasını AİHM’e taşımıştı ama AİHM bu iddiaları ciddiye almayarak dosyadaki 229 sayfa belge, 17 CD, 10 teyp kasedi ve ses kayıtlarını ciddi tutuklama emaresi ve somut delil saydı.  Sadece başvurucunun dilekçesini değil, tüm dosya içeriğine baktı yani. Ve sonuç olarak, var olan deliller açısından Doğan’ın tutuklanmasında “hak ihlali” görmedi. AYM’nin ciddiye aldığı “sahte delil” iddiasını içeren askeri savcı bilirkişi raporları da AİHM’e sunulmuştu. Balyoz sanıkları ve avukatları ustaca bir manevra ve manipülasyonla bu AİHM kararını gözden kaçırtsa da, bu çok önemli. İşte Nisan 2012’de, davanın üzerinden 1.5 yıl geçmiş, sanıkların savunmaları tamamlanmış ve savcılığın esas hakkındaki mütalaasının verdiği o zaman diliminde AİHM’i ikna eden delillerden bugün AYM ikna olmuyor. 

Aradaki fark şu olabilir, AİHM dosyaya dışarından, objektif bir gözle bakarken AYM içerideki yoğun tartışmalardan uzak kalmaması belki. Öte yandan ceza yargılamasının kendine has bir ruhu, geleneği ve ilkeleri var. Balyoz ve Ergenekon gibi davalar Ceza yargılaması alanı. AYM’de ise, ceza hukuku alanında uzman tek isim yok. AYM, Balyoz davasına, salt şekli ispat geçerli olan bir “hukuk davası” gibi bakıyor. Bu noktada ispat istiyor. Oysa, sahte dijital veri iddialarıyla ilgili cd’lerin hazırlandıkları bilgisayarlar ortada yok. Genelkurmay, bunları vermiyor. Öte yandan, dijital veriler Gölcük Donanma’dan çıktı. Bu şartlarda, yapılabilecek teknik inceleme boyutu artık pek yok. AİHM’in yaptığı gibi, delil bütünlüğü içinde değerlendirme kalıyor geriye. AYM de,burada ikna olmuyor. Belli ki ikna olmak için, AK Parti genel başkan yardımcısı Hüseyin Çelik’in “Balyoz, bal gibi darbe planıdır” açıklamasını, Balyoz mahkumu Özden Örnek’in darbe günlüklerini , Çetin Doğan’ın “acıma yok, tepeleme var” sözlerini dikkate alması lazım.