Perşembe, Ağustos 20, 2015

ŞEYH EDEBALİ’YE, MALHUNHATUN RUHUNA SAVAŞ AÇMAK..



ŞEYH EDEBALİ’YE, MALHUNHATUN RUHUNA SAVAŞ AÇMAK..

Şanlı Türk polisi, son zamanlardaki başarılı operasyonlarından birini benim de öğrencisi olmaktan onur duyduğum Yamanlar kolejine yaptı.  Polis yelekli, polis şapkalı silahlı adamlar,ülkenin sayılı liselerinden birinin bahçesinde, sınıflarında öğretmen odalarında gezip terör örgütü delili aradılar.Şaşırtıcı ve iç burkucu bir görüntü. Baskın vardı, ayak sesleri koridorlarda, talimatları havada asılı zil sesinin ahengini bozmaya niyet eder gibiydi. Bellerindeki silahlar, eğitim yuvasının, okulun saflığına gölge düşürür cinsten. Oraya uymayan başka bir dünyanın başka bir ortamın canlıları gibiydiler, nitekim geldikleri gibi gittiler. Giderken neler bulduklarını da söylemediler ama gezindikleri , ellerini attıkları yerlere bakınca, lise hazırlıkta İngilizce sınavından pek sevinerek aldığım notumu delil olarak bulmuş olabilirler, diye aklıma geldi. Bir örneğini bana verselerdi sevinirdim, çünkü çok değerliydi. Sınıflara kulak kabarttılarsa, severek ezberlediğimiz ‘my lady d'arbanville’ şarkısını duymuş olabilirler sesimizden. Belki Speed filminin kasetini bulup suç delili olarak dosyaya koymuş bile olabilirler. Ne bulduklarını bilmiyoruz, neyi delil yaptılar ama gördüğümüz bir şey var ki, onlar bir değerler bütününe, bir hakikat silsilesine savaş açmış sahiplerinin emir eri olarak oradaydılar.   


Onlar Şeyh Edebali’ye savaş açan bir bozguncuyu temsilen geldiler. Şeyh Edebali de nereden çıktı diyebilirsiniz.  “Benim yamanlar’ım” sadece Yamanlar değil, benimki“Yamanlar Malhunhatunum”.. 


Okuldayken daha epey küçüktük tabi, isme takılırdık. Neden “Malhunhatun”, başka bir isim mi yoktu.. İzmir’de bilgi yarışmalarındaki ezeli rakiplerimizin “mal” aşağılamalı sloganlarına maruz kalacak ne yapmış olabilirdik ki.. Dedim ya küçüktük.. Nerden bilecektik Malhunhatun’un Şeyh Edebali’nin kızı, koskoca, cihanşümul Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman gazinin eşi olduğunu. Gerçi bilsek de o yaşlarda ne kadar idrak edebilirdik. O Malhunhatun ki, Şeyh Edebalinin gönlünden kopup Osman gazinin gönlüne giren bir nur, o Malhunhatun ki, hanedanlığın annesi, ilk sultan.. Şeyh Edebali’nin dilden dile dolaşan nasihatlerinden sonra “Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir”  diyerek Osman gaziye en güzel hediyesi.. 


Ve yıllar sonra iyi ki okul için o güzel isim düşünülmüş de o nurlu ismin duası altında okumuşuz, diyorum.. İyi ki güzel bir duanın içinde olup, Yamanlar Malhunhatun’a düşmüş yolumuz. Okulumuzda, müdüründen çaycısına, şoföründen öğretmenine fedakarlık, güler yüz ve sabır timsali insanlarla bir arada büyümüşüz. Büyümüşüz de olgunlaşmış ruhumuz. Edebali’nin “Yolcu, buruk baş gerek,Gözde daim yaş gerek , Huy biraz yavaş gerek, Yoksa yollar aşılmaz” dizelerini yaşatan şoför Süha abi, Hazal hocanın samimiyeti rehberliğinde..

Okul biter matematik, Türkçe, fizik İngilizce tarih iyidir ama ruhumuza işlenen ahlak da şudur; “Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır.” Bir üniversite kazanırsın ama aslında  değildir, kazandığın bir hayattır. Edebali, Osman gaziye nasihatinin sonunda “Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun.” der. İşte, Yamanlar bize Zümrüt-ü Anka’mızı seçtiren yerdir.  Şimdi, Edebali’nin ruhuna savaş açtılar. Zümrüt-ü Anka’mıza savaş açtılar.. Hak olan ne varsa uzaklaşıp, büyük bir yalan ve zulmün içinde debeleniyorlar. 

Yamanlar Malhunhatun mezunları, öğrencileri olarak size acıyoruz

Biz ise Yamanlar Malhunhatun mezunları, öğrencileri olarak size, bozgunculara bakıp sadece acıyoruz. Okulumuzu, öğretmenlerimizi bırakın, istediğiniz sorgulamayı bize yapın da cevap verelim; yıllar boyunca gece gündüz demeyip bizi düşünen, derslerle yetinmeyip akşam yurtta, etütlerde yanımızda kalan öğretmenlerimizi anlatalım, tabi örgütsel faaliyet kapsamında! Sadece üniversite hayali değil iyi bir insan olma yolunda Fizik, Coğrafya derslerinden değil İnsanlık dersinde bizi sınıfta bırakmadıklarını söyleyelim. Ailelerimize kadar bizi tanıyıp, gerektiğinde abla, anne, arkadaş gibi elimizi tuttuklarını, yıllar sonra bile en zor zamanlarımızda yanımızda olduklarını eklemeden geçmeyelim.. Tabi örgütsel faaliyet kapsamında !.. Mezun olsak da öğrencisi olmaktan çıkmadığımız Selda hoca, Ayşen hoca, Vildan Hoca, Ayperi hocayı anlatalım da gözünüz öğretmen görsün. 

Hocaların suçu hiç yok mu? Var tabi olmaz mı, matematikten bir defa düşük not veren Sibel hocamı bu açıdan ihbar edebilirim mesela? Hatice hocama dokunmayın ama, yazım kötü olduğundan, okuyamadığı için düşük not verdi,sonra yazılı kağıdımı bana okutunca 95’e yükseltti notumu. 

Biraz da etkin pişmanlıktan faydalanıp, lise 1’de etüt kaynatmak için öğretmen kürsüsüne geçip başbakan adayı olarak tüm sınıfa miting yaptığımı itiraf etsem darbe teşebbüsü sayar mısınız bilmem. Ama öğretmenlerimin haberi yoktu sayın sulh ceza hakimi, pişmanım! 

İşte, okulumuzun toplam suç hanesi bu, ne ceza verirsiniz bilmem ama bildiğim ve gördüğüm bir şey var; Siz bozguncusunuz, Malhunhatun ruhuna savaş açtınız. Siz eğitim kurumlarına savaş açarak zaten en başta kaybettiğiniz bir savaşı başlattınız, en iyisi daha da rezil olmadan bu savaşı bitirin. 

Kur'ân-ı Kerîm'de mealen; "Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi...emrediyor..." (Nisa 4/58) deniyor.  Öğrenciler okula, öğretmenlere geleceğin bir emanetidir.. Yamanlar da o emanetlerin ehli, bu hep böyle oldu bundan sonra da öyle olacak.  Sebeplere müdahale edebilirsiniz ama eliniz Zümrüt-ü Anka’mıza ulaşamayacak.

Pazartesi, Nisan 06, 2015

Yeni Türkiye'de savcı Kiraz cinayeti ve "ulusal islamcılık"


Savcı Mehmet Selim Kiraz cinayeti sonrası, medyaya yansıdığı kadarıyla ülkede ilginç bir tablo var. Menfur cinayet ile ilgili AKP’nin “öz” tabanı olarak sayabileceğimiz İslamcılar, bugüne kadar olduğundan farklı bir refleks verdi. Normalde TC devletini pek saymayan, Cuma namazına bile gitmeyen İslamcılar, savcı için üzüntü duyma, gerçeğin ortaya çıkması talebi dışında kamuoyunu “tahrik” etme düzeyinde farklı bir tavra girdiler. Devletinin resmi görüşünü benimseyip, bu yönde sorgulayan kesimden sorgusuz sualsiz kabullenme evresine geçtiler.


Bu durum doğrudan 2006 yılındaki Danıştay saldırısını akla getiriyor. Danıştay 2. Dairesi,bir anaokulu öğretmeniyle ilgili davada ‘kamu görevlisinin sokakta da başörtüsü takamayacağı’ gerekçesiyle verilen idari cezayı onaylamıştı. Bu karar daha sonra Türkiye’yi sarsan korkunç olaylara gerekçe sayıldı. 17 Mayıs 2006’da toplantı halindeki Danıştay 2. Dairesi’ne  silahlı saldırı gerçekleştiren avukat Alparslan Arslan, ‘başörtüsü yasağı” kararı nedeniyle üye hakim Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürüp, iki hakimi de yaraladı. Saldırının, provokasyon amaçlı olduğunu anlamak için çok şey bilmeye gerek yoktu. Güpegündüz, güvenlik kameraları ve x-ray cihazı bozulmuş Danıştay’da bir avukat ‘hayalet silah’ olarak tanımlanan glock marka silahla elini kolunu sallayarak içeri girmiş ve hakimlere saldırmıştı. Türkiye gibi geçmişi provokatif eylemlerle dolu bir ülkede “görünürdeki gerçeği” sorgusuz sualsiz kabul etmek ‘makbul vatandaş”ın yapacağı bir şey. Nitekim ulusalcı&laik kesimi, Danıştay saldırısındaki onca soru işaretini görmezden gelip ya da gerçekten görmeyip bu cinayeti “irticai, radikal İslam” eylemi olarak görmeyi tercih etti. Öyle tercih etti çünkü kafa konforuna, inanç ve değerlerine uyuyordu. Devamında ise rahmetli hakimin cenazesine gelen AKP’li bakanlar yuhalandı, başlarına su şişesi atıldı. Medyada, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ismi  cinayetin azmettiricisi  olarak bile anıldı. O sırada dindar kesim ise bu cinayeti sorguladı. Arkasında karanlık tezgahların, derin reflekslerin olduğunu düşündü. Soruşturma ve dava sürecinde de bu sorgulamanın ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı. Mahkeme başkanı, tetikçi  avukat Arslan’a ,”Din için yaptığın eyleme neden bardan adam topladın?” sorusu buradaki büyük tezgahı tuzla buz etti.



Bugün ise bir savcı , yine elindeki dosya nedeniyle hedef alındı. Geçmişte konu “başörtüsü” idi bugün Berkin Elvan’ın öldürülmesi dosyası. Danıştay saldırısı gibi öğleden önceki saatlerde gerçekleşen eylemde savcı Mehmet Selim Kiraz, odasında rehin alındı. Gerekçe Berkin Elvan dosyasında failin bulunmaması idi. Nitekim akşam saatlerinde savcı Kiraz, “karanlık” bir eylemde öldürüldü. Cinayetin faillerinin diyalog için çağırdığı isimler, devletin özellikle üst muktedirlerinin cinayet işlenene kadar olaya pek muhatap olmaması, yayın yasağı, profesyonel silahların üst düzey güvenlikli adliyeye sokulması,saldırganların polis ve istihbarat tarafından takip edilmemesi, ülke çapında elektrik kesintisi, cinayetten sonraki savcının ölüm açıklamasındaki çelişkiler hepsi bu cinayeti sıradan bir terör faaliyetinden öte olduğuna dair soru işaretleri. Yani, nasıl Danıştay cinayetinde ne kadar soru vardıysa bugün Çağlayan adliyesi cinayetinde de büyük soru işaretleri var. Ama bugün ne görüyoruz? Dün Danıştay cinayetinde devletin resmi cinayet görüşünü kabul etmeyen dindar ya da İslamcı geleneğin sözcüleri, bugün savcı Kiraz cinayetini sorgusuz sualsiz “terör örgütü”ne bağlayıp, bunun üzerinden provokasyona varan söylemlere girişiyor. Hatta, bu cinayetin tam da amaçladığı gibi olayın “alevi-sünni” çatışmasına gideceği görüldüğü halde bu tahrik üslubu devam ettiriliyor. İşte, bu savcı cinayetine gösterilen tepki bize İslamcılığın geleceği adına bir fikir veriyor. Ulusalcılar gibi, gittikçe marjinalleşen bir zihniyet olma ihtimali yüksek. Türkiye’ye hakim bir zihniyet olması mümkün değil. Çünkü, normal bir toplumsal mutabakatla değil şu anda suni gerilimle inşa edilen bir sistemi temsil ediyor. Bu açıdan bu ülkedeki geleceği bir ulusalcılıktan farklı olmayacak. Yani bu cinayete verilen tepkiyi görünce insan “ulusal İslamcılık” için, ‘olmuş bu olmuş’diyor. 

Pazar, Şubat 01, 2015

kendimizi terk edip gidelim şimdi...



kendimizi terk edip gidelim şimdi, hemen hiçbir saniye bile kaybetmeden. 
Bu büyük bedene bir çocuğu sığdıramıyorsak, büyük bedenimizde çok büyük düşünüp, bu büyük düşüncenin altında eziliyorsak,neye yarar kendimizi kendimize yük etmek. 
Terk etmek ne iyi şimdi, belki o zaman bu boşluğa bir çocuk sığar da, deli cesaretiyle kendimizle barıştırır bizi. 
Bize ait cümleleri bulmamıza yardım eder, dilsizliğimizden kurtarır, sana giden yolları bu şekilde bulabilirim belki, belki de sen.. 
belki de senin suya attığın taş dibi bulur, dalgalanır dalgalanır da bu su durulur.
Kendimizi terk edelim şimdi, bilirsin çocuklar daha çabuk barışır, karanlıkta bir göz kırpmaya bakar her şey. Yıldız kayar, çocuk tutar elinden, çocukla yıldız arkadaş olur.

Mazlum’u getirin bana!


HABER ANALİZ (1.2.2015)
 
Algı operasyonları, hukuk devleti açısından acıklı bir hal aldı. Vatandaşı keyfî uygulamadan koruması beklenen hukuk, tam ters yönde işletiliyor. 

Evrensel hukuk mantığı ve kanunlarla dalga geçercesine aynı kişilere yönelik tekrarlanan operasyonlar ile temel insan hakları ihlal ediliyor. Bunun son örneği İzmir’de yaşandı. İzmir Başsavcılığı, Ağustos 2014’te hükümet medyasının manşeti delil gösterilerek gözaltına alınıp serbest bırakılan polislere ikinci kez operasyon yaptı. Serbest kalan bir kişiye yönelik ikinci kez operasyon ancak “yeni, hukuken geçerli ve somut bir delil” ortaya çıktığında yapılır. Ama tekrarlanan operasyonda ne polislere ne de avukatlarına, bu yönde hiçbir  somut delil gösterilmedi. 5 gün boyunca keyfî bir şekilde gözaltında tutulan polisler ve onları bekleyen aileleri bir kez daha mağdur edildi.

Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 4’üncü maddesi, “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” diyor. Kanundaki yargı bağımsızlığı düzenlemesi çok açıkken, İzmir’de polislere yönelik operasyon, başsavcı ile gözaltı kararı veren hakimin operasyon öncesi toplantı yaptığı iddiası gölgesinde gerçekleşti. Yargı, polis avukatlarının gündeme getirdiği bu iddianın doğru olup olmadığını araştırması gerekirken tam tersine bu habere soruşturma açtı. Türk yargısının geldiği ibretlik hali göstermesi açısından önemli bir örnek. Öte yandan polisler hakkında gözaltı kararı veren Hakim Dilek Çeliktaş, aslında o sırada görevli değildi. Normal nöbet sırası olan sulh ceza hakimi rapor alarak izne ayrılmış, yerine Çeliktaş görevlendirilmişti. Anayasal ilkelerin göz ardı edildiği, ayak oyunlarına sahne olan bu operasyonun ayrıntıları da sıradan bir vatandaşın ya da bürokratın, yargı alet edilerek nasıl sindirilmeye çalışılacağını gösteriyor.
19 Ağustos 2014’te “yasa dışı dinleme ve örgüt” iddiası ile gözaltına alınan 32 polis hakkında iddianame hazırlayan Savcı Okan Bato, ikinci kez operasyonun düğmesine basıyor. Suç konusu yine dinlemelerle ilgili. Halbuki, Savcı Bato’nun ilk iddianamesi, İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ile hukukî açıdan bir ibret vesikası olarak mahkûm edilmişti. Mahkeme, savcının örgüt suçlamasına dair, değil somut bir delil, herhangi bir olgu bile bulunmadığını ve bu açıdan iddianamenin bir “hukuk garabeti” olduğunu vurgulamıştı. Avukatlar da 36 sayfalık iddianamede, 30 ayrı maddî hata tespit etmişti. Böyle bir durum karşısında savcının özür dilemek yerine o polisleri yeniden gözaltına aldırması hangi motivasyondan kaynaklanıyor merak konusu. Kaldı ki, ikinci kez gözaltına alınan 24 polisten 14’ü mahkemeye sevk edildi. Bunlardan 10’u “evrakta sahtecilik”, 4’ü ise “örgüt” suçlamasına maruz kaldı. 2 polis tutuklandı. Madem yoğun olarak “evrakta sahtecilik” iddiası var ve madem 22 polis serbest kaldı, böyle bir durumda savcı niye gözaltı işlemi yapar? Yoksa asıl mesele bir suçun varlığı, delil toplamak değil de, polisler üzerinden algı operasyonu yapmak mı? Nitekim, uygulamada polisleri toplayıp toplayıp adliyeye çıkarma, hukuk devleti ciddiyetinden uzak bu duruma işaret ediyor. Ve Şark Bülbülü filmindeki meşhur “Mazlum’u getirin bana!” repliğini akla getiriyor. Kendini rahatlatmak isteyen iktidar, toplumu baskı altına almak için polisleri dövüyor. Olay bu.

6 BUÇUK AYDIR İDDİANAME YAZILMADI

22 Temmuz 2014’te İstanbul’da operasyona uğrayan polisler hakkında, 6,5 ay geçmesine rağmen herhangi bir iddianame yazılmadı. Terör, İstihbarat ve Mali Şube polislerinin tahliye talepleri, özel görevlendirilmiş sulh ceza hakimliklerince reddediliyor. İzmir’de tutuklanıp serbest kalan polisler hakkında iddianame yazıldı ama aynı isimler ikinci kez yargı operasyonuna maruz kaldı. Hükümet medyasının manşetleri ve siyasilerin meydanlarda söylediği “casusluk, darbe teşebbüsü, çete” iddiaları dışında soruşturma dosyalarına girmiş ve bu iddiaları doğrular tek somut, ciddi delil yok. Ama buna rağmen, hukuka rağmen yargı operasyonları yapılıyor. Bu da, Roma hukukundaki meşhur deyişi doğruluyor: “Satın alınabilen adaletten daha kötü bir şey olamaz.”

http://www.zaman.com.tr/gundem_mazlumu-getirin-bana_2274931.html

Çarşamba, Ocak 07, 2015

Bir Ceylan’ın değeri…




Bir Ceylan’ın değeri 28 bin 208 lira 85 kuruşmuş… Yani, Yeni Türkiye’de anlaşılacak dilde söylemek gerekirse, 28 altın varaklı kadeh ediyor…12 yaşında havan topu ile öldürülen bir çocuk için, Türk yargısı böyle buyurdu.  

Ceylan, Diyarbakır'ın Licê ilçesine bağlı bir mezrada , 28 Eylül 2009 günü hayvanlarını otlattığı sırada Yayla Karakolu'ndan atılan havan topu ile öldürüldü. Öldürülmedi aslında, parçalandı. Evden çıkarken makarna yapmasını istediği annesi, onun parçalarını eteğine topladı biraz sonra. Bu hayattan, annesinden son dileği bir makarna kaldı ve bir de 7 yaşında çektirilen o tek fotoğraf. Hayata şaşkınca bakan, kara gözlerini büyükçe açmış. Bütün hayatının tek mirası o bir kare fotoğraf. Ama en büyük miras annesine, babasına kalan acı.
Peki devlet, yargı ne yaptı? Ceylan’ın faillerini buldu mu, yargıladı mı? Koca bir “hayır”. Havan topunun atıldığı karakol belli iken tek bir sorumlu yargı önüne çıkmadı. Soruşturma dosyası boşluğa faili meçhul olarak bırakıldı. Taksirle ölüme sebebiyet suçundan soruşturma açıldığı için, 15 yıllık zamanaşımı süresi var. Bunun 5 yılı geçti bile, geriye kaldı 10 yıl. Ceylan’ı bir de 10 yıl sonra, dosyasının tamamen kapatıldığında hatırlayacağız belki.

28 altın varaklı kadeh = Ceylan 

Failler bulunamadı, ceza soruşturması sonuçlanmadı. Diğer yandan olayın hukuki boyutu, devletin aileye ödeyeceği tazminat ile ilgili karar da yeni çıktı. Devlet aileye Ceylan için ne biçti? Dört yıl sonra 28 altın varaklı kadeh parası. Yavrusunun parçalarını topladığı eteğine sığacak 28 kadeh kadar değer verildi Ceylan’a. Diyarbakır 2. İdare Mahkemesi, 5 yıl sonra 28 bin 208 lira 85 kuruşa hükmetti. 

Maddi tazminat nasıl hesaplanıyor? Mahkemeler, maddi tazminatın tespitini bilirkişiye bırakıyor. Bilirkişi de, ölenin yaşı, mesleği, cinsiyeti, çevresi, eğitimi gibi etkenleri göz önüne alarak matematiksel bir hesaplama yapıyor. Yargıda bir muamma bir durum, bu davalar, kumar oynamak gibi. Bir mahkeme yüksek rakamlar verirken başka mahkeme tam tersi karar verebiliyor. Ceylan için, hangi bilimsel veriler dikkate alındı bilmiyoruz.  Bilirkişi, “zaten Diyarbakır Lice’de bir kız çocuğu, ailesinin durumu iyi değil, okuma ihtimali yoktu, erkenden evlenme ihtimali yüksek. Evlenene kadar da asgari ücretten şu kadar yardımı olurdu” diye yaklaşmıştır belki. Ceylan, hayvanları otlatırken ölmüştü. Belki de bunun üzerinden hesaplamıştır. Ama annesi Ceylan’ın “savcı” olmak istediğini söylüyor. Zaman zaman hayvan otlattığı kızının teşekkür-takdir alan bir öğrenci olduğunu, kendisine "Anne ben savcı olacağım" dediğini anlatıyor Saliha Önkol. Ceylan’ın hayallerinin değeri böyle, ama bilirkişi o anki yaşamına göre oldukça “gerçekçi ve menfaatçi” bir karar vermiş, devletin menfaatine. 

Bahçeşehir'de villada ölmek ile Diyarbakır mezra'da ölmek farkı..

Mahkemenin Ceylan için öngördüğü tazminatı görünce aklıma Münevver Karabulut cinayeti geldi. Münevver, 3 Mart 2009’da 17 yaşında ünlü ve zengin bir ailenin oğlu tarafından parçalanarak öldürüldü.  Ceylan da 28 Eylül 2009’da 12 yaşında hayvan otlatırken, bir karakoldan üzerine gelen havan topu ile. Google’a “Münevver Karabulut” yazınca 390 bin sonuç çıkıyor, Ceylan Önkol yazınca 64.500. Medyanın ve Türk kamuoyunun ilgisini ve mahkemenin yaklaşımını belki de bu sonuç belirliyor. 

Münevver için rekor bir tazminat çıktı; 37 bin 500 lira maddi ve 1 milyon 250 bin lira manevi olmak üzere toplam 1 milyon 287 bin TL'lik tazminat ödenmesi kararı. Bu da Mayıs 2014’te Yargıtay tarafından onandı. Türk yargısı matematiksel bir hesapla “destekten yoksun kalma” tazminatı olarak Ceylan için 28 bin 208 TL 85 kuruş belirlerken Münevver için 37 bin 500 lira belirledi. Fark bu kadar değil, Ceylan için manevi tazminata hükmedilmedi. Ailenin çektiği ızdırab ve acı, yargının kör yanına denk geldi. Münevver Karabulut için 1 milyon 250 bin TL manevi tazminata hükmedilirken Ceylan Önkol için “hiç”. Olaylar farklı, kasıtlı işlenen suç durumu tabi ki sonucu etkiler ama arada niye bu kadar uçurum var? Münevver için Garipoğlu ailesi, Ceylan için ise devlet tazminat ödeyeceği için mi? Burada Münevver için niye yüksek tazminat veriliyor diye sorgulamıyorum tabi ki, Ceylan için niye hiç manevi tazminat verilmiyor. Ceylan’ın acısının niye hiç değeri yok devletin yargının gözünde. Türkiye’de İstanbul Bahçeşehir’de villada öldürülmekle Diyarbakır Lice’de bir mezrada hayvan otlatılırken öldürülmek arasından niye bu kadar uçurum var, fark niye bu kadar açık? 

Türk yargısı o kadar adil ki, kuruşuna kadar hesaplamış Ceylan’ın canını, hani son nefesini bile saymış diyeceksiniz. Ama yargının hesabı ortada, Ceylan’ı hayattan çıkarınca o boşluğun değeri 28 bin 208 lira 85 kuruş. Bu yargı matematiği bizi kandırıyor, vicdanımızı canımızı kanatıyor hocam.  

kanayan bir kar yazısı..



"kar yılınız kutlu olsun!” diye başlamak isterken  söze;benim için güzel olan kar, kar'dan bir evi olan  için ne kadar zor... düşüncesi  geldi aklıma ve boğazıma  düğümlendi kelimeler. diyecektim, diyemedim… yeni bir hikaye istiyordu istanbul,yeni bir hikaye  istiyorduk biz. farklı... bir günde milyonlarca kişi, milyonlarca hikaye yazdı  yaşamaklarında, gülüşlerinde, hüzünlerinde. ve belki de kaç milyon tanesi yazılamadı, dona kaldı yarım tebessümlerde, dona kaldı  gözyaşlarında.  ayakkabısı  olmayan bir çocuğun ayağında, paltosu olmayan bir ihtiyarin teninde. bakışlarında,umudunu yitirmiş bir annenin...


 hep farklı bir hikaye diyorduk ya; bilemedik bizim hikayemizin yaşanmışlıkta bir karşılığının olmadığını, hayat çizgisine bir tortu bile bırakmadığını, gerçekle ilgisinin olmadığını. Bir kenarda donarak ölen on dört yaşındaki çocuğun hikayesiydi tamamlanmış, en gerçek olan. bilemedik... epeydir bir kara çalınmıştı alnına istanbul'un, biz'in yitirdiklerimizden,unuttuğumuz kardeşlerimizden, bir kenarda ölen dilsizlerden, acı son'la biten hikayelerden. ve KAR  ötelerden gelen, indirilen. alnımızı akladı. bir rahmetti bize,bir imtihandı diğerlerine...